KHK ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Başkanı Selçuk Kozağaçlı, cezaevindeki 2 bininci gününde bir yazı kaleme aldı.
Hakkında 13 yıllık hapis cezası bulunan avukat Selçuk Kozağaçlı, Bianet’te yayımlanan “Tespih” yazısında, “Melankolik veya hayalperest değilseniz, nostaljinin yahut hüznün pençesine düşmemişseniz hapishane hep şimdiki zamandadır. Zaman, mekânın ‘peteklerine sızarak’ korunur ve ne geçmişe dönüşür ne geleceğe izin verir: Bugün, burada, direnir; çalışır; yaşarsınız” dedi.
İşte o yazı:
Bu akşam, güneşi iki bininci kez tel örgülü duvarın üzerinden batırıyorum.
Pandeminin, depremin, iş cinayetlerinin, faşizmin ortasında payıma düşen zulüm, şapkama yağdığı kadar; o kadar önemsiz.
Yorulmadım, durmadım; yavaşlamadım bile!
Mücadeleye devam.
Biz kazanacağız.
Ateş kehribarı -pek zarif- bir tespihim var bu aralar.
Bizim siyasi kültürümüz, sokakta yaydığı hafiften lümpen havası, hapishanede ise okuyup yazacak eller için gereksiz meşguliyet sayılan döngüsel imajı nedeniyle pek makbul bir aksesuar olarak kabul etmese de ben severim.
Tespih, kefaret cinsinden özenle sayarak yerine getirmemiz gereken yükümlülüklerimizi aritmetik açıdan toplamaya -abaküs gibi- yardımcı olur; tefekkürü yani derinlemesine düşünmeyi kolaylaştırır.
Hristiyanlık, Budizm ve İslam’da sadece ibadetle değil belli belirsiz bir kaygıyla da ilişkilendirilmiştir: Worry Beads. Bilinmeyen hesaba duyulan merak yahut zamanın sormadan gelip geçişinden duyulan üzüntü diyelim: Tasa Boncukları. Bilhassa Müslümanlar için tespih, adıyla akraba bir faaliyetin temsili gibidir. Tesbih etmek; “Sübhanallah” diyerek Allah’ı bütün kusur ve eksiklerden tenzih etmek anlamına gelir. Tenzih kelimesini çok kullanmıyorsanız; toz kondurmamak veya kabahatten arındırmak diyelim.
Bu önemlidir.
Çünkü gayet iyi bildiğimiz gibi dünya, katlanması güç kusur ve eksiklerden, gerekli ve gereksiz kötülüklerden, kesif acılardan, zamansız kayıplardan yoğrulmuşa benzemektedir. Kaçınılmaz “zorunluluk” tenzih edilmeden -hiç değilse paranteze alınmadan- “irade”ye yer açılamaz.
Ben de elimdekini benzer bir amaçla kullanıyorum: Tanrı’yı -en azından Spinoza’nın Tanrı’sını; Deus sive Natura- başıma gelmiş şu sakil tutsaklığın sorumluluğundan tenzih etmek için. Fizik dünyadaki her değişimi -mesela tutsak düşmenin, gerçek bir halden hale geçiş (modificato) sayılabileceğinden emin olabilirsiniz- sadece maruz kalma (passio) olmaktan çıkarıp eylemde bulunmaya (actio) dönüştürebilecek güç burada saklıdır. Spinoza ona, potentia agendi der: Eylemde veya edimde bulunma kudreti.
Yaşamım boyunca kemikten, zeytin çekirdeğinden, kaplumbağa kabuğundan, sedeften, Oltu taşından, plastik boncuktan ve kehribar damlalarından tespihlerim oldu. Kaybettiğim müvekkillerimden hatıra kalanlar, şimdi uzaktaki sevdiklerimin ve bugün hala tutsak olan dostlarımın hediye ettikleri var. Bazıları dışarıda bir çekmecenin içinde dönmemi bekliyor; bazılarını da ben hediye ettim ve maalesef elimde tutamayıp yitirdiklerimi bile hiç unutmadım. Tespihleri gerçekten severim.
Dini kökeni her kültürde belirgin olmakla birlikte İstanbul, Atina -onlar komboloi der- Karakas veya Katmandu sokaklarında, genç erkekleri bağımlılıkla büyülediği anlaşılan maço şakırtısını dinlediğim bu tek sıralı abaküs handiyse evrenseldir. Daha sakin -soylu bir metanetle- taşıyan yaşlı kadınlar tanıyorum; ben de sallamaktansa onlar gibi sayarak çekmeyi tercih edenlerdenim.
Şimdi size -başınıza gelmiş kötülüklerin hesabını sormaktan vazgeçmeksizin- maruz bırakılmışlığınızı tesbih edip, kırılgan failliğinizi -daha doğrusu eylemli oluşun/ bilfiilin ta kendisini- tecbir edebileceğiniz bir tespih kullanım kılavuzu sunayım. Normalde daha sade konuşabiliyorum ama bu antika aksesuarın üç bin yıllık havasına girmiş durumdayım. Tespih, tesbih ve tenzihin anlamları üzerinde anlaşmıştık; tecbir ise kırık kemiği sarıp iyi etme anlamına gelir.
Tutsağın kırılan kemiği failliğidir.
Neden hapisteyim?
Kısa ve yetersiz cevap: Faşizm var. Yeni Sömürge ülkemize “parlamenter demokrasi” kılığında çöreklenmiş gizli ve sürekli faşizmin son on yılı boyunca, bir kısmı ipliği pazar çıkmış sahtekârlardan bir kısmıysa korkak ve çapsız memurlardan oluşan polis ve adliye bürokrasisi, hakkımda düzmece deliller ve kurgu tanıklarla dava yürütüp hüküm kurduğu için buradayım. Yani bir kötülüğe maruz kaldım: Passio. Kulağa yeterince melodramatik ve tatmin edici geliyor. Ancak bu saman kafalıların yaşamımdaki rollerini küçültecek gerçek bir cevaba duyduğum ihtiyaç azalmıyor.
Uzun -ve bence daha ikna edici- cevap için önce tespihin anatomisi hakkında birkaç bilgiye ihtiyacımız var.
Bendekinin ilk dikkat çekici parçası; ucuna, üstünde aralıklı yedi farklı parça taş dizilmiş uzunca bir kamçı bağlı İmame’si. Tek hattan ibaret olmasaydı püskül de diyebilirdik.
Dikey hiyerarşiye sahip klerikal payeler barındıran Hristiyanlığın aksine, İslam’da dini görevlerin yatay bir dizilime sahip olduğu kabul edilir. “İmam”, en yukarıdaki değil en öndeki anlamına gelir. Liderlik meziyetine sadece Allah’a yakınlıkla -yukarıya doğru- değil, ancak ümmetin önünde, sorumluluk ve tehlikeyi ilk elden göğüsleyerek sahip olunabileceğini ima eden hoş bir fikir. “Öncü”den ben de buna yakın bir şey anlıyorum; yol gösterenden çok yolu açan, kalabalığın üstüne kurulan değil önüne düşen. En öndeki üç boğumlu uzun taşın adı bu nedenle “İmame”.
13 yıl hapis. Yedi taşlı kamçı, üç boğumlu imame ve ilk etabı tamamladığımızı parmak uçlarımıza usulca hissettirecek küçük yassı ayraç taşına kadar art arda dizilmiş on bir boncuk. Üç, yedi, on bir, on üç. Asal sayılarla çalışmanın, Pitagorasçı mistik faydalarına inanmıyorsanız bile en azından düşüncelerimizi bir arada tutmaya, tam sayılara bölünerek yahut çarpanlarına ayrılarak dağılma tehlikesinden korumaya yaradığını kabul edin. Asal sayı, bir tür ideolojik netlik gibidir. Her neyse, tespih anatomisinin temeli yaklaşık olarak böyle; kalanı tekrar sayılır.
Uzun cevabı arıyoruz dediysem, sizin için otuzüçlük bir versiyonum var; doksan dokuz veya dokuz yüz doksan dokuzluğunu evde kendiniz denemelisiniz. Hepsinin çalışma prensibi aynı, şöyle yapılıyor: Kötü hale dair bir soru sorup cevaplarınızı asal sayıların döngüsüyle sınırlayacaksınız.
Benim sorum: Niye hapisteyim? Tabii siz kendi sorunuzu kendiniz bulun ve size bağlı olmayan nedenlerin hepsini paranteze alın. Faşizmin ancak büyük, tombul, köşeli bir paranteze sığabileceğinin farkındayım ama yine de almalısınız çünkü mesele “bugünün” iktidarından çok sizinle ilgili ve diyelim ki sırf hükümet değişti diye değişmeyecek şeylere dair düşünmeye çalışıyoruz.
On bir temel kavramı üçer kez tekrar edeceğiz; ilkinde “kişisel”, ikincide “mesleki” ve üçüncü turda “siyasal” açıdan faillimizin hapiste bulunmamızla ilişkisini arıyoruz; otuzüçlük bir liste. Pekiyi hangi temel kavramları kullanacağız? Dikkatlice bakınca, her insanın konuşurken, yazarken, hatta düşünürken etraflarında dönüp durduğu, kendine ait dil haritasına işlenmiş özel kelimelere sahip olduğunu fark edeceksiniz. Edebi üsluptan veya Canetti’nin akustik maskesinden değil düşünürken kaçamadığımız sınır taşlarından söz ediyorum. Benim favori on birim sırasıyla şöyle: Yoksulluk, Kimlik, Kolektif, Emek, Umut, Aşk, Vefa, Kavrayış, Tahammül, Ölüm ve Beceriksizlik.
O zaman ilk etap kişisel. Ben tespihe bakarak çekmeyi severim ama voltada elini arkaya atıp beş yıllık alışkanlığın ustalığına güvenmek de mümkün.
Birinci boncuk Yoksulluk:
Hayatım boyunca hiç yoksulluk çekmeyecek kadar şanslı olmama rağmen, insanları acımasızca çaresiz bırakarak yaşama yabancılaştıran, ömür çürüten bu varoluş, beni hep dehşete düşürdüğü için; yoksulluğun varlığına alışamadığımdan hapisteyim.
İkinci boncuk Kimlik:
Bu ülke açısından ağzında gümüş kaşıkla beyaz, Sünni, Türk, erkek doğup engelsiz bedene, kâğıtlı yurttaşlığa, kayıtlı evliliğe, diplomalı mesleğe sahip varoluşum, herhangi bir “ezilen kimliği” ile özdeşleşmeme izin vermediğinden, adaletsizlikle “kimlik” dışında mücadele sebepleri bulmak zorunda kaldığım için hapisteyim.
Üçüncü boncuk Kolektif:
Gerçek bir aileye, harika bir kardeşe, sonsuz güven ve sevgi duyulan ev arkadaşlarına, sıkı dostlara ve nihayet muazzam yoldaşlara sahip bir adam; yaşamın ancak kolektif bir kavranışının insan varlığını tamamlayabileceğini daha küçük yaştan öğrendiği, yıllar geçtikçe “ben” yerine “biz” demenin güzelliğini -her seferinde deneyerek- doğrulayabildiği için hapisteyim.
Dördüncü boncuk Emek:
Düşünmeyi, söylemeyi, istemeyi, eleştirmeyi, reddetmeyi ancak bizzat eylemeye başladığımızda gerçekten öğrenebildiğimizi, emeğin sadece üzerinde çalışılan nesneyi değil sahibini de dönüştürdüğünü gördüğüm ve bu nedenle kendi yapabileceğim hiçbir işi başkasından isteyip yapılmasını beklemediğim için hapisteyim.
Beşinci boncuk Umut:
Başarısız olmaktan, sesimin duyulmamasından, utandırılmaktan, elimdekini yitirmekten, dayaktan, tutuklanmaktan, işkenceden, linçten ve daha bir sürü şeyden korktum ve hepsi de geldi başıma ama bu sırada insandan, yeniden başlamaktan, bir daha denemekten -bu sefer başarmaktan- çünkü yaşamaktan hiç umudumu kesmediğim için hapisteyim.
Altıncı boncuk Aşk:
Sadece çok sık âşık olduğum yani dünyayı ilk defa iki ayrı insanın gözünden aynı anda görme ihtişamını yaşayanın bundan asla vazgeçemeyeceğini erken yaşta anladığım için değil bunu otuz yıl boyunca durup durup aynı kadına âşık olarak kavradığım ve tutsaklığın onu sevmeme de onun sevdiği adam kalabilmeme de hiçbir engel yaratmadığını fark ettiğim için hapisteyim.
Yedinci boncuk Vefa:
Benim “ben”den ibaret olmadığımı, yarım yüzyıldır ayakları -mümkün oldukça- yere bassa da gözleri hep gökyüzüne çevrilmiş bu bedeni, kendisine yetecek kadar aklı, kendi kararlarını verebilecek dinginliği ve cesareti bana öğretmiş bütün “öteki” insanlara, “ben”in aslında öteki olduğu fikrinden büyülenerek, sonsuz bir vefa duygusuyla kendimi bağlı ve borçlu hissettiğim için hapisteyim.
Sekizinci boncuk Kavrayış:
Öyle yaşamın anlamını falan çözdüğümden değil fakat herhangi bir olguyu gerçekten anlamlandırabilecek kadar iyi kavradığımda çok heyecanlandığım ve her seferinde artık eskisi gibi, bilmiyor, anlamamış gibi yaşamayı kendime yakıştıramadığım için hapisteyim.
Dokuzuncu boncuk Tahammül:
Dakikada iki kere sosyal medya hesabıma göz atmadan; tereyağına kırılmış yumurta yemeden; sevdiklerime dokunmadan; denize, dağa, ırmağa, ağaca bakmadan da yaşayabileceğimi; bu duvarlara ve parmaklıklara tahammül edebileceğimi gördüğüm için sızlanmadan, şikâyet etmeden, çürümeden, azalmadan, kararmadan, solmadan, ekşimeden yaşamaya devam edip tutsaklığın beni yolumdan çevirmesine izin vermeyeceğimi bildiğim için hapisteyim.
Onuncu boncuk Ölüm:
Özgür bir insanın hiçbir şeyi kendi ölümünden daha az düşünmemesi gerektiğini kabul ettiğim ve o an gelinceye kadar elimdeki yaşamla yapabilecek her güzel işi denemeye kesinlikle kararlı olduğum için hapisteyim.
On birinci boncuk Beceriksizlik:
Sadece “bilmenin” yetmediği yüzlerce doğruyu, çocukluğumdan beri gayret ettiğim halde bir türlü layıkıyla “yapabilmeyi” beceremediğim, eksik bıraktığım, yetersiz çabaladığım için ders olsun diye de hapisteyim elbette; yoksa marifet olmadığının gayet farkındayım.
Nihayet ayraç taşı. Kişiseli siyasaldan, kamusaldan, meslekiden ayırmanın güçlüğünü hatırlatmak ister gibi hafif, ancak parmakla hissedebilecek yarı şeffaf bir ayraç.
Esasen tespihin nasıl çalıştığını anlatabildim sanıyorum: Actio. Size bir şey yaptıkları için değil siz bir şey yaptığınız için hapiste olduğunuzu düşünün ve bu faillik size yapılabilir yeni şeyler için güç versin. Parmaklarınızın aklınızla birlikte çalışmasına izin verin.
Yassı taşı takip eden etap mesleki; kavramlar aynı. Asal sayıları seviyorum.
O zaman on ikinci boncuk yeniden Yoksulluk:
Yaşam kalitelerini düşürmeden ödeyemeyeceklerini bildiğim hiç kimseden vekâlet ücreti istemeden, gerektiğinde tüm yargılama giderlerini ve masrafları bularak ve hepsinin zaten görevim olduğuna inanarak yoksulların avukatlığını yaptığım için hapisteyim.
On üçüncü boncuk yeniden Kimlik:
Bir yoksunluk alanında uzmanlaşıp sadece o davalarda avukatlık yapmak yerine, temel adaletsizliğin mülksüzleştirilmek olduğuna inandığım ve bu yüzden hem mülksüzlerin hem de onları “mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek” üzere yola çıkanların avukatlığını üstlendiğim için hapisteyim.
On dördüncü boncuk yeniden Kolektif:
Bir büroda tek başına senet, vekâlet, dosya, fatura veya para saymaktansa çeyrek yüzyılı sadece gelir ve giderde değil kaderde de ortaklık yapmış kocaman avukat komünlerinde çalışarak geçirdiğim, Halkın Hukuk Bürosu avukatı, Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi olduğum için hapisteyim.
On beşinci boncuk yeniden Emek:
Avukatlığı “olunacak” şey değil “yapılacak” iş kabul ettiğimden; güzel dilekçe hazırlamayı, ısrarlı gözaltı takip etmeyi, duruşmalarda sıkı konuşmayı, hapishaneleri sık ziyaret etmeyi, grev gözcülüğünü, barikat sözcülüğünü, otopsi tanıklığını, defin ruhsatı sahipliğini, yollara düşmeyi, az uyuyup geceleri yazmayı, yolda okumayı avukatlık emeği içinde gördüğüm, üşenmediğim için hapisteyim.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***