YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Seçimlere tam iki hafta kaldı ve herkesin odaklandığı tek soru var: Muhalefet seçimi kazanabilecek mi? Bu soru doğrudan doğruya ikinci bir soruyla bağlantılı. Muhalefet sandıklarından galip çıkabilecek mi? Yani, matematiksel olan gerçeklik hayata geçirilebilecek mi? Diğer bir ifadeyle, Erdoğan ve güç paydaşları seçim sonuçlarını kabul ederek iktidarı barışçıl bir şekilde muhalefete devredecekler mi?
Öncelikle şunu tespit etmek gerekiyor. Seçimlerin en can alıcı kısmı başkanlık seçimleridir. Milletvekili seçimleri de elbette önemli. Ancak politik sistemin parlamenter sistemden başkanlık sistemine dönüştürülmesinin ardından cumhurbaşkanlığı makamı ana siyasal karar alıcı haline geldi ve parlamento yoluyla siyasal karar alıcı makamın denetimi parlamenter demokratik sisteme göre çok daha cılız. Yani bu yazıda öncelikle cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanılacak.
Diğer bir tespit de şu: Türkiye’de çok partili yaşama geçildiğinden beri ilk kez seçimlerin sonucunu kabul edip etmeyeceği tartışılan bir iktidar söz konusu. Bunun nedeni, özellikle 17 Aralık 2013 sonrasında yürütme erkinin bilfiil yargı erkine müdahalede bulunarak sivil darbe yapmış olmasıdır. Türk siyasi tarihinde bu derece önemli sonuçları olup bu kadar az üzerinde durulan bir başka olay yoktur. Politik iktidar (yürütme veya hükümet), anayasal yetki sınırlarını aşarak, sistemin yargı erkini kendi kontrolü altına aldı. Anayasal devlet mimarisinin dışına çıkmak darbedir. Anayasanın güçler ayrılığı – yasama-yürütme-yargı erklerinin birbirinden ayrılmış olması durumu – ilkesinin ihlal edilmesi darbedir. İşlemekte olan yargısal sürecin siyaset eliyle akamete uğratılması darbedir. Politik sistemi anayasa değişikliği olmaksızın fiili olarak, kendi iktidarını korumak için değiştiren bir siyasi iktidarın yaptığı darbedir. Bu konuda bir tartışma yok. 17 Aralık 2013 sonrası yaşanan süreç, yargı etkini tümüyle siyasi iktidarın güdümüne ve kontrolüne soktu. Fiili güçler birliği sağlandı. Anayasanın en temel kolonlarından birisi kesildi. 1982 anayasasının kurduğu devlet mimarisi çöktü. Ve bu korkunç siyasi deprem bir şekilde görmezden gelindi. Bu konuda iktidarın yaklaşımını anlamak mümkündür, ama muhalefetin bu sivil darbeye neden itiraz etmediğini anlamak için konunun akademisyenler tarafından analiz edilmesi gerekiyor. Konuyu toparlayacak olursam, seçimlerin sonucunun siyasi iktidar tarafından kabul edilip edilmeyeceğinin tartışılıyor olmasının ana nedeni, bu sivil darbedir ve onun beraberinde getirdiği de-facto (yani fiili) rejimdir.
Önemli diğer bir soru da şudur: Türkiye’de seçimler demokratik teamüllere ve hukuk devleti ölçütlerine göre yapılabilecek mi? Bu soru da gayet önemli ve kısaca da olsa yanıtlanması lazım. Bunun yapılması için hangi koşullarda seçimlerin özgür ve adil olabileceğinin tespiti gerekiyor.
Konu son derece karmaşık olmasına karşın, önce şunu söylemekle başlamalı. Bir ülkede düzenli olarak seçimlerin yapılıyor olması o ülkeyi demokrasi yapmaz. Demokrasi olmayan, ama düzenli seçimlerin yapıldığı birçok örnek var. Rusya, Belarus, Azerbaycan, Kazakistan gibi örnekler, Türkiye kamuoyu tarafından az çok bilinen ülkeler. Bu ülkelerin her birinde düzenli seçimler yapılıyor. Ve bu ülkelerin hiçbiri demokrasi olarak kabul edilmiyor. Dünyada demokrasi derecelendirmesi yapan birçok bağımsız kurum, yaptıkları demokrasi puanlamalarıyla ülkeleri demokrasi seviyelerine göre grupluyorlar. Bu sıralama ölçütleri, sadece herhangi bir ülkede seçimsel prosedürün yerine getirilip getirilmediğiyle alakalı değil. Daha birçok ölçüt söz konusudur. Ancak bu ölçütlerin yeterince yerine getirilmesi durumunda bir ülkede demokrasinin olduğu söylenebilir. Bu ölçütlerin en önemlilerine beraberce bakalım isterseniz:
Öncelikle demokratik olarak sınıflandırılacak bir ülkenin anayasasının ve yasalarının uygulanıyor olması gerekiyor. Ardından, veto rejimi türü bir yapının söz konusu olmaması koşulu geliyor. Bunun anlamı, seçimle işbaşına gelen karar alıcıların ve temsilcilerin (vekillerin, yerel yöneticilerin, vs.) görevlerinden keyfi olarak, yani anayasa ve hukuk dışı yöntemlerle uzaklaştırılmaları, kolayca anlaşılabileceği üzere, seçimlerin özgür ve adil olmasına kanıt oluşturuyor. En temel diğer bir ölçüt, seçimlerin yapıldığı ülkede temel bireysel ve siyasi hak ve özgürlüklerin tam olarak uygulanıyor olması. Bir başka olmazsa olmaz kriter, iktidarı eleştirenlere yönelik engelleyici yaptırımların olmaması. Yani gözaltına almak, tutuklamak, işten atmak, soruşturma açmak, fiili veya psikolojik baskı oluşturmak gibi uygulamaların olmadığı bir özgür atmosfer, seçimlerin özgür ve adil olması bakımından en önemli ölçütler arasında. Buna ek olarak vatandaşların toplanma, protesto, sivil itaatsizlik ve gösteri özgürlüklerinin anayasa ve yasa güvencesi altında ve uygulanıyor olması lazım. Bir diğer önemli ölçüt de bilgi alma özgürlüğü ile alakalı. Alternatif bilgiye ulaşım kanallarının açık olması, diğer bir ifadeyle özgür ve çeşitli televizyon ve radyo kanallarının, gazete ve dergilerin, elektronik iletişim platformlarının (internet ve sosyal medyanın) var olması ve özgür olması gerekmekte. Aksi takdirde düşünce, kanaat ve fikir çeşitliğinin başka türlü garanti altına alınması ve siyasi gerçeklikte uygulanıyor olması mümkün olmaz.
Tüm bunların doğan bir sonucu olarak, oy kullanma, oy sayımı ve seçim sonuçlarının açıklanması gibi yaşamsal konularda sorumlu olan kurumların iktidardan bağımsız olarak, objektif ve özgür bir şekilde görev yapabilir olmaları gerekmekte. Bunun sağlanması ise anayasal devlet mimarisinin ve onun yasaların uygulanıp uygulanmadığını takip etmekle görevli organı olan yargı erkinin görevi. Eğer bu saydıklarım yoksa veya eksikse, seçimlerin özgür ve adil bir ortamda yapılması söz konusu olamaz. Yani seçimleri yapmak yetmiyor, seçimlerin özgür ve adil bir biçimde yapılabilmesini sağlayan koşulları sağlamak gerekiyor.
Türkiye örneğine geri dönelim.
Evet, iki hafta sonra seçimler gerçekleşecek. Yazının başında, tartışılmakta olan ana meselelerden birinin iktidarın seçim sonuçlarını kabul edip etmeyeceği olduğunu söylemiştim. Elbette yukarıda ele aldığım özgür ve adil seçim koşulları sağlandıysa, seçim güvenliği konusunda bir sorun yok demektir. Fakat anlaşılan Türkiye’de seçim sonuçlarının kaderine ilişkin olarak kafalarda ciddi soru işaretleri bulunuyor. Yukarıda ele aldığım özgür ve adil seçim yapma koşullarıyla ilgili çok ciddi problemlerin olduğu Türkiye’de elbette seçimlerin sonuçlarının iktidarca kabul edilip edilmeyeceğinin tartışılması, gayet anlaşılırdır. Anlaşılmayan şey şu: Muhalefet bu konulara yeterince eğilmiyor ve değinmiyor. Ancak geçen gün Kılıçdaroğlu’nun YSK ve Anadolu Ajansı kaynaklı olası problemlere dikkat çekmesi yerinde olmuştur. Yine de bu koşullarda seçime girmek zorunda kalmış olan bir muhalefetin, bu meseleyi çok daha güçlü bir şekilde dile getirmesi beklenmemeli mi?
Karşımızdaki Türkiye, anayasal devlet mimarisi tümüyle çökmüş, post-sivil darbe Türkiye’sidir. Bu Türkiye’de iktidar bilerek ve isteyerek anayasanın kendisi için kesin sınırlarla çizdiği sınırların dışına taşarak, kendisinin olmayan yetkileri ve gücü gasp etmiş, tüm devlet mekanizmasını fiilen ele geçirmiş, kendisini dengelemekle ve denetlemekle görevli kurumları da işlevsiz hale getirmiştir. Bu koşullarda seçime giriliyor ve muhalefet de bunun bilincinde.
Bu nedenlerden dolayı, 14 Mayıs 2023 seçimleri, sadece kimin kazanacağı konusuna odaklanılan seçimler değil, aynı zamanda seçimi kaybetmesi durumunda iktidarın seçim sonuçlarını kabul edip etmeyeceğinin de tartışıldığı seçimlerdir. Bu iktidar, kurduğu fiili rejimi 2013’ten bu yana konsolide ederek yüksek yargı organlarını, Yüksek Seçim Kurulu’nu (YSK), tüm mahkemeleri, kolluk kuvvetlerini, istihbaratı, orduyu, devlet bürokrasisini, medyayı ve akademiyayı etkili biçimde kontrol etmekte. Yarı otoriterlikten otoriterliğe geçmesine ramak kalmış bu rejimin karar alıcıları ve yakın çevreleri, yolsuzluklara ve kriminal hadiselere gırtlaklarına kadar batmış durumda olduklarından, iktidarı yitirme lüksleri yoktur. Çünkü iktidarı kaybetmek, onlar için çok riskli.
Görünen o ki, her türlü zorluğa ve engellemeye karşın, muhalefet ortak adayı Kılıçdaroğlu, Erdoğan karşısında daha fazla oy alacak ve muhtemelen de seçimlerin matematiksel olarak kazananı olacak. Mesele şu ki, Erdoğan eğer %45 civarı oy alırsa – ki anketlere göre bu oran civarında oy alıyor – masa başında, kontrol ettiği enstrümanlar sayesinde bu seçimleri çalacak. Başarılı olacak demiyorum, ama çalmaya yelteneceği kesin. Erdoğan kurduğu rejime güveniyor. Seçim sonuçlarının tabii ki YSK açıklayacak. YSK’nın Erdoğan’a ve rejime rağmen kazanan Kılıçdaroğlu şeklinde bir açıklama yapması bu koşullarda mümkün görünmüyor. Gerek Anadolu Ajansı’nın seçimlerde veri akışı sağlayacak tek bilgi kaynağı olması, gerekse de YSK’yı kontrol ediyor oluşu, seçim sonuçlarının manipülasyonu konusunda Erdoğan’a büyük bir avantaj sunuyor. O akşam Anadolu Ajansı kesin olmayan sonuçları Erdoğan lehine duyurursa ve YSK da bu sonuçları onaylarsa, muhalefet ne yapacak?
Kilit soru budur.
“Otoriter rejimlerde iktidar değişimi seçim yoluyla olmaz” itirazında bulunanlar, işte bu konuya dikkat çekmeye çalışıyor. Bu durum İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediye başkanlıklarını kaybetmeyi kabullenen Erdoğan örneği üzerinden okunmamalı. Erdoğan’ın bu seçimlerde kaybedeceği salt seçimler olmayacak. Oyun çok büyük. Dahası, İstanbul’da seçimleri iptal ettirip tekrarlatan YSK da unutulmamalı. İstanbul ve Ankara’da muhalefetin kazanması ve Erdoğan’ın bunu kabullenmesi, bu seçimlerin çalınması durumunda rejim tarafından dış baskılara karşı durma yönünde argüman olarak kullanılacak.
Muhalefetin seçim sonuçlarının tanınmaması halinde ciddi bir plana ihtiyacı var. O gece sabaha kadar sandıklara sahip çıkılsa bile, YSK Erdoğan’ı galip ilan edebilir. Bunun karşısında muhalefet ne yapmayı düşünüyor? Rejim gerçeğinin duvarına toslanacak. Atı alan Üsküdar’a geçmiş olacak. YSK’ya itirazlar sonuç verecek mi? YSK itiraz dilekçelerini kabul edecek, ama değerlendirmesini uzun tutacak. Bir hafta-on gün sonra sonuçları onaylayacak. Halk zaten işine gücüne dönmüş olacak. Bürokrasi güç zafiyeti görmezse Erdoğan’ın seçimi kazandığını kabullenecek. Yurtdışındaki muhalifler “bölücüler” ve “FETÖ’cüler” şeklinde itibarsızlaştırılacak. Uluslararası toplum birkaç gün birkaç yerde eleştirse de, sonuçta uzun vade çıkarları gereği susacak. Ve rejim daha fazla konsolide olarak yerli Putinist bir otoriterleşme düzeyine ulaşacak. Sokağa çıkıp protesto eden kitleleri rejim sert biçimde bastıracak, onları da “teröristler”, “bölücüler”, “FETÖ” olarak niteleyip Silivri’ye tıkacak. Gerekirse bazı siyasi liderleri de tutuklayacaklar. Muhalefetin bir kısmına da belirli vaatler ve güçten/ranttan pay vererek kendi taraflarına çekebilirler. “FETÖ’nün siyasi ayağı” olarak suçlayacakları bazı eski AKP’lileri de ibret-i alem olsun diye Sippenhaft takibata tabi tutabilirler.
Tüm bunlar olasılıklar. Bu olasılıklara yer vermemin nedeni, yukarıda değindiğim özgür ve adil seçim yapma olanağının Türkiye vakasında mümkün olmaması. Bu olasılıklar ille de olacak diye bir şey söz konusu değil elbette. Ben şahsen seçimi çalma ihtimalinin ve seçim sonuçlarının kabul edilmesi ihtimalinin yüzde elli – yüzde elli olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi, Erdoğan ve ekibi mutlaka seçimi çalmayı deneyecek. Başarıp başaramayacakları muhalefetin ve halkın direncine ve de bürokrasinin tutumuna bağlı olacak.
Bu seçimler Türkiye için son derece önemli. Bu nedenle, oy kullanma olanağına sahip olan herkesin mutlaka oyunu kullanması gerekiyor. Diğer bir son söz de şu: Muhalefet iktidara gelebilse bile, ülkenin 2016 öncesi duruma dönmesi için en az 10-15 yıllık bir süreye ihtiyaç var. KHK mağdurlarının ve takibata uğratılmış masum kitlelerin haklarına kavuşmaları çok uzun bir süreç sonunda gerçekleşebilir. Bu nedenle umutlarla rasyonel aklı dengelemek gerekiyor.
Seçimlerle ilgili analizlerimi ilerleyen günlerde size aktarmaya devam edeceğim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***