Tuğba SİVRİ
Artı Gerçek – Geçtiğimiz çarşamba, 17 Mayıs 1987 Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü’nün 36. yıldönümüydü. Kadınların Türkiye’de ev içi şiddeti ilk kez kamusal alana taşıdığı, sokakta dile getirdiği, toplumsal bir olgu olarak görüp dayanışma içinde karşı çıktığı kolektif eylem olan Dayağa Karşı Yürüyüş, aradan geçen 36 yıla rağmen hâlâ ilk günkü kadar, hatta belki o günden daha önemli.
Bugün kadınları yeniden aile içinde tanımlamaya çalışan, 6284 sayılı kanuna karşı ataerkil aileyi koruyan, 22 senelik muhafazakar iktidarı boyunca her gün dozunu artıran bir şiddetle kadınlara sınır çizen bir anlayışın kadınlar için en tehlikeli seviyeye geldiğini görüyoruz.
İkinci tura kalan başkanlık seçiminin önemini herkesten çok idrak eden kadınlar, meclise iktidarın listelerinden giren ve en önemli ajandası, kadınları ev içi şiddetten koruyan 6284’ü kaldırmak olan bir oluşuma karşı mücadele ediyor.
Seçimlerin ikinci tura kalmasıyla birlikte gerek sosyal gerek geleneksel medyada “analizler” havada uçuşur, “küstüm, oynamıyorum”cular seslerini yükseltirken 40 yıllık birikimiyle ataerkiye karşı mücadeleden vazgeçmek gibi bir şansları olmadığını bilen kadınlar, ikinci tur için tüm siyasi odaklardan daha hızlı ve güçlü davrandı.
Her yerde müşahit ya da sandık görevlisi olma, yeniden sandığa gitme, oylara sahip çıkma çağrısı yapan kadınlar, bu seçimin belki de “son seçim” olabileceğini maalesef en iyi idrak eden toplumsal sınıf şu anda.
Ben de İslami muhafazakârlığın; son kertede Özlem Zengin gibi “erkek liderin” gücünü hiçbir zaman inkâr etmemiş bir siyasi özneye bile bir kadın olarak “had bildiren” erilliğini, Türkiye’de muhafazakâr düşüncenin tarihinden birkaç örnekle hatırlatmak istiyorum. Bu hatırlatma, bu noktaya bir günde gelmediğimizi ve bu siyasi ajandanın nihai hedefine her gün yaklaştığını göstermek açısından da anlamlı olacaktır.
‘FAHİŞE, BAR ARTİSTİ, SARHOŞ ŞARKICI, GÖBEK ATICI’
Ailenin, toplumsal yapının merkezine alındığı bir ideolojide, kadınlar yeni işçi ve asker üretme aracı haline gelir. Böyle bir yapı için, kadının kendi hayatıyla ilgili karar vermesi, irade göstermesi bir tehdittir ve boşanma, milli davaya ihanetle bir tutulur.
Şimdi İslami muhafazakârlığın Türkiye’deki en önemli fikir babası Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu tahayyülü altında sunduğu ideal düzende kadınların durumunun ne olacağına dair şu ifadelerine bakalım:
“Bu inkılabın kadınlarından yüzde yüz İslami çerçeve içinde ve bilhassa kendi cinsi üzerinde yetiştiricilik vazifesiyle, muallim çıkacak, doktor çıkacak, hastabakıcı çıkacak, muharrir çıkacak, sanatkâr çıkacak, âlim çıkacak; ve bilhassa fahişe çıkmayacak, bar artisti çıkmayacak, sarhoş şarkıcı çıkmayacak, göbek atıcı çıkmayacak ve nihayet başıboş işçi ve memur yaftası altında cinsiyetini düşmanlığa götürmüş pislik ve yırtıklık nevilerinden hiçbiri çıkmayacaktır.” *
Buradaki “bilhassa kendi cinsi üzerinde yetiştiricilik vazifesiyle” ifadesi önemli. Bu ifadeyi, HÜDA PAR’ın Kadın Kolları Yönetim Kurulu’ndan Zehra Çiftçi’nin “Kadın ve erkek arasında çalışmak için bir ayrım yoktur, ancak erkek ve kadının gerek ailedeki gerek toplumdaki konumları ve fizyolojik özellikleri dikkate alındığında kendi özelliklerine uygun iş sahalarının bulunması gerekmektedir.
Eğitim ve sağlık başta olmak üzere kadınlara hizmet veren kurum ve kuruluşlarda sadece kadınlar çalışmalıdır” ** sözleriyle birlikte düşünelim. Kadınlar, ancak kadınlara hizmet etmek, yetiştirici ve bakıcı rolünü zaruri olarak karşılamak üzere iş hayatında yer alabilir.
Kadın doktorlara ancak bir kadının erkek bir doktora muayene olması caiz görülmediği için ihtiyaç vardır. Kamusal alanı haremlik selamlık olarak bölen bu anlayış, kadınların kendi hayat yollarını çizmelerini değil, aile için gerekli olan bakımı sağlamak üzere yetiştirilmesini amaç ediniyor. Nitekim “Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters” diyen Erdoğan’ın politik duruşu da kadınların her şeyden önce “üç çocuk doğurması gereken” anneler olduğu, anne olmayan kadının eksik olduğu yönünde.
Kısakürek’in yukarıdaki ifadelerine geri dönelim: Yazarın burada ideal kadınlık tanımı yaparken bir yandan “rakip” ideolojilere karşı söylem ürettiğini de görmek gerekir. Bir yandan “fahişe, bar artisti, sarhoş şarkıcı, göbek atıcı” gibi tabirlerle özellikle Cumhuriyet sonrası sanat alanında görünür olmaya başlayan kadınlığı aşağılarken diğer yandan “başıboş işçi” ve “cinsiyetini düşmanlığa götürmüş pislik ve yırtıklık” diyerek sosyalist/feminist kadınların hem cinsiyetlerine hem de vatana ihanet içinde oldukları alt metnini verir.
Bu ifadelerin son 20 yılda siyasi arenada “sürtükler, kadın mıdır kız mıdır bilemem” gibi muadillerini sık sık işiten kadınlar, nihayetinde kadın şarkıcıların sahneye çıkmasının tarikatların isteğiyle engellenmesinin ya da 8 Mart’larda binlerce kadının polis şiddetine uğramasının bu söylemlerin bir uzantısı olduğunun da farkında.
ÖL DEYİNCE ÖLECEK ALTIN ORDU
Kısakürek, Büyük Doğu’da yazdığı yazıları derlediği İdeolocya Örgüsü’nde İslami bir devlet projeksiyonu sunar. Burada “Peygamberler Peygamberinin, durmadan ürememiz, beklemeden çoğalmamız ve boyuna sayımızı artırmamız hususunda da muazzam fermanları vardır” diyerek hızlı bir nüfus artışına gidilmesi gerektiğini belirtir.
“İslam inkılâbı, üreme ve türeme davasında sistemli bir çalışmayla 40 milyonluk bir kalabalığı çeyrek asır içinde 80 milyonun üstüne çıkarmayı taahhüt ve tefekkül edici bir hamle ruhuna sahiptir” (1994, 239, 241) diyerek de bu hedefi somutlaştırır.
Hemen bu konunun ardından “ORDU” başlığını açması ve günlük siyasete karışmayan, yalnızca imanla “öl!” denilen yerde ölüp “kal!” denilen yerde kalacak, “pazı ve iman kuvvetinin birleşimi” olarak tanımladığı ‘Yeni Altun Ordu’ *** isimli İslam ordusundan bahsetmesi, nüfusun çoğalması hedefinin pratikte ne işe yarayacağını ortaya koyar.
Bu anlayış, siyasal İslam’ın en “ılımlı” ve en “radikal” kanatlarında hemen hemen aynı içerikle yer alır. Kadınlar, “anne ve eştir”, doğurmakla yükümlüdür, gelebilecekleri en büyük mertebe anneliktir, milletin ve ümmetin itaatkâr askerlerini yetiştirmektir.
Bu anlayışın, doğurmak istemeyen, çalışan, kamusal alanda var olan, görünür olan, ailenin dışında birey olarak kendini inşa eden, özne kadınlara tahammül edemeyeceğini; Altın Ordu’nun sorgusuz sualsiz itaat eden neferlerini dört duvar arasında yetiştirecek “kıymetli anneler” dışındaki her kadını “fahişe, sürtük, ahlaksız, terörist” diye yaftalayacağını yakın zamanda gördük ve dahasını görmemiz de an meselesi.
‘NE DEMEK OY VERMİYCEM?’
Başlıktaki soruya gelelim: Kadınlar oy kullanabilir mi? Bu seçimin son seçim olabileceği yönündeki söylem, Erdoğan rejiminin gidişatı açısından makul ve olası bir gerçeği dile getirse de en büyük tehlike, kadınların seçme ve seçilme hakkına yönelik görünüyor.
Kadınların “fıtraten” zayıflığını vurgulayan, kadınlığı annelikle tanımlayıp sınırlayan bir anlayış, siyasi arenada kadınların özne konumunu kabul edecek değil. Nitekim AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in, İstanbul Sözleşmesi ve 6284’ü savunan söylemleri nedeniyle parti ve ittifak içinde nasıl hedef gösterildiğini, erkeklerin belirlediği siyasi ajandadan saptığı noktada siyasi iradesinin nasıl yok sayıldığını gördük. Burada tekrar bir dipnot düşmek ve Necip Fazıl’ın şu sözleriyle durumun ideolojik yanını göstermek istiyorum:
“İslam’da kadın, içtimai vazifeler arasında yalnız iki tanesinin ehliyetine malik değildir: Biri imamlık, öbürü hâkimlik. Bunda da son derece ince bir hilkat sırrı güden İslamiyet, her şeyden evvel hissilik ve ilcailikten uzak bir erkek seciyesi isteyen bu iki işten başka kadına hiçbir içtimai vazifeyi yasak etmemiş, fakat kadının en yüksek ve ulvî mevkiini, onun ve erkeğinin yuvası olarak göstermiştir.” ****
Kadınların duygusal varlıklar olarak hâkim ve lider olamayacakları ön kabulüyle hareket eden, kadının en yüksek mertebesinin evi, yuvası olduğunu ileri süren bir ideolojik arka plan, kadınların seçme ve seçilme hakkını da rahatlıkla tartışmaya açacak, çalışma hayatına katılımını zaten sorunsallaştırırken, oy verme konusundaki salahiyetini de sorgulayacak ve nihayetinde kadınları ev içine hapsedecektir.
AKP, her ne kadar konu oy istemek, oy elde etmek olduğunda kadınların sahada çalışmasından gayet memnun olsa da gelinen noktada kadınların bütün kamusal haklarının tehlikede olduğunu, Konca Kuriş’i katleden karanlıkla girilen ittifakın en çok kadınlar, çocuklar ve LGTBİ’ler için tehdit oluşturduğunu görmek gerekiyor.
Bu seçim, kadınlar için bir kurtuluş, bütün sorunların çözümü değil. Bu seçim, kadınların kazanılmış bütün haklarını tehdit eden bir karanlığa karşı yeniden mücadele edebilecek, adım atabilecek alanı açabilmek adına bir adım demek. Kadınların mücadelesi uzun, zorlu ve daha gidilecek çok yol var; ancak bir tarafta domuz bağı, türlü tarikat, “Kadın erkek eşit olamaz” diyen bir zihniyet; diğer tarafta 6284, Aile Destek Sigortası, şiddete karşı sığınma evleri, kreşler var.
Vazgeçilecek, küsülecek, “ne değişecek ki” deyip geri dönülecek bir noktada değiliz. Değişecek, yitirilecek ve kazanılacak çok şey var. Sebahat Tuncel’in dediği gibi, “Unutmayalım ki mevcut durumu kabul edip geri çekilmek, halklarımıza, kadınlarımıza ihanettir. Pasif bir duruş ise faşizme teslimiyettir.”
Notlar:
* Kısakürek, Necip Fazıl. 1994. İdeolocya Örgüsü. İstanbul: Büyük Doğu.
*** Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 1994, 241-242.
**** Age (1994, 125-126)
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***