YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Serisi 51)
Ayetlere getirilen bu parçacı yaklaşımların zihniyet arka planında ne var sorusuyla bitirmiştik son yazıyı. Sadece bu değil diğer meselelerde de aynı yaklaşım metodunun hakim olduğu bu zihniyet “Ben bugün sizin için dininizi tamamladım, nimetimi ikmal ettim” (5/3) ayetine dayanarak Kur’an’ı tamamlanmış idari bir sistemin tabir caizse en üst bağlayıcı metni yani anayasası ya da kanun kitabı olarak değerlendiriyorlar. Bu bakış açısı ister istemez her bir ayetin müstakil bir hüküm ya da hüküm kaynağı olduğu anlayışına insanı götürür. Dolayısıyla “müşrikleri nerede bulursanız öldürün” (9/5) ayeti ile inanmamayı savaş sebebi görebilir, her müşrikin öldürülmesi gerektiği sonucunu çıkartabilirsiniz. Nitekim müşriklerin cehenneme gideceğini belirten ayetlere getirilen yorumda bunun izini görebiliriz. Halbuki Kur’an ne bir anayasa ne de bir kanun metnidir. “Dinin tamamlanması, nimetin ikmal edilmesi” İslam dininin getirmiş olduğu tarih üstü değerler, ilkeler ve prensipler itibariyledir yoksa ulemanın ifadesiyle cüz’i hükümlerde değildir.
Aynı türden metodolojik bir problem hadisler için de geçerlidir. Allah Resulünün bir devlet başkanı olarak dönemin reel-politik şartlarına uygun bir biçimde almış olduğu kararlar, hayata taşıdığı davranışların bize bakan vechesiyle bugün delil değeri nedir? Bu önemli bir soru ve soruya doğru cevabın verilmesi şarttır. Onlar evrensellik söyleminin gölgesinde o hükümlerin tıpkı ayetlerde olduğu gibi bağlamlarından kopuk bir şekilde ele alıp günümüzde de uygulanabileceği kanaatindeler. Bu ise reel politika gereği verilen hükümlerdeki diyalektik ilişkiyi görmemek ve onları mutlaklaştırmak anlamını taşır.
Kur’an ayetlerinin gayrimüslimler cennete gidecek/gitmeyecek konusunda delil olarak kullanılması babında nihai olarak şunu söyleyebilirim; Kur’an’ın doğru anlaşılması adına ulemanın tefsir usulünde ortaya koyduğu amm-hass, mutlak-mukayyed, mücmel-mufassal vb. usul kaidelerine müracaat etmeksizin, önce gayrimüslimlerin cehenneme gideceğini ifade eden ayetlerin her birinin özgün manasını nazil olduğu ortam içinde ele alınıp neye tekabül ettiği, nasıl anlaşıldığı ortaya konulmalı ve bu eksende değerlendirmelere tabii tutulmalıdır. Çünkü sözünü ettiğimiz kaideler sanki Kur’an bir defa nazil olmuş ön kabulüne bağlı olarak ayetler arasındaki ihtilafların aşılmasında çok büyük rol oynamıştır. Ama unutmayalım bu aynı zamanda kıyamete kadar her şeyin çözümünün Kur’an’da var olduğu zihniyetini de ele vermektedir. Lafız merkezli yorumların dayandığı ana temel nokta da zaten burasıdır.
Yanlış anlaşılmasın, bu metotlara gerek yok demiyorum, ayetin özgün ve orijinal manası anlaşıldığı takdirde bu metotlara müracaat etmeye gerek olmayabilir ya da bu metodlar bizi işte o zaman gerçekten Murad-ı İlahi’yi anlamaya daha çok yaklaştırır diyorum.
Sonuç olarak, hangi ayet olursa olsun ayetin tekil manasından hareketle cennete gidecek, cehenneme gidecek yaklaşımlarını doğru olduğunu kabullenmiyorum. Bu, ayeti ya da ayetleri haşa ve kella ret ya da inkâr etme değil aksine doğru anlamaya bir çağrıdır. Kaldı ki hiçbirimiz ne cennette bilet kesen ne de cehennemde insanlara yer gösteren kişileriz. Böyle bir vazifemiz yok müminler olarak. Mümin olduğumuz halde kendimizin nereye gideceğini bilmiyoruz? Sorun bu soruyu kendinize. Biliyor musunuz? Emin misiniz? Cehenneme gitmeden cennete gideceğinizin garantisi nedir? Bir kez daha sorayım, Kur’an’da Müslümanların/mü’minlerin cennete gideceğine dair onca ayete rağmen bir Müslüman olarak kendimizin cehenneme uğramadan direkt cennete gideceğinizi açık yüreklilikle söyleyebilir miyiz? Eğer söyleyemiyorsak, Kur’an’da cehenneme gideceği söylenen kişi veya grupların sahip olduğu vasıflardan fersah fersah uzak, Müslümanlara düşmanlığı bırakın Müslümanlara Müslümanlardan öte yardım eden, namuslu, dürüst, çalışkan insani ve ahlaki vasıfları en yüksek seviyede temsil eden ve yaşayan herhangi bir gayrimüslimin kesinlikle cehenneme gideceğini nasıl söyleyebiliriz?
2- Yahudi ve Hristiyanlardan müteşekkil iki grup halinde Kur’an’da yer bulan ehli kitap ahirette nereye gidecek? Cennete mi cehenneme mi? Açık ve net bir şekilde okuduğunuz üzere her iki taraf çok keskin ve net hüküm beyan ediyorlar bu konuda; gidecek ve gitmeyecek. Her iki taraf da kendi görüşlerine Kur’an’dan yeteri kadar ayeti delil olarak ortaya koyuyorlar. Konuya vakıf olmayan tarafsız bir kişi olarak bu görüşleri okusanız her iki tarafa da hak vermemeniz imkânsız. Çünkü ayetlerin zahiri manaları gerçekten de cennete gidecek ve gitmeyecek görüşlerini temellendirmeye yeter.
Nasıl yetmesin ki bir taraf, “And olsun ‘Şüphesiz Allah Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler apaçık küfre düşmüştür.” (5/17), “Ey İsrailoğulları! Benim de sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’ın ilahlığına eş ve ortak koşarsa bilsin ki Allah ona cennet yüzü göstermeyecektir. Böylelerinin ahirette yeri cehennemdir. Allah’a eş ve ortak koşan zalimlere yardım edip sahip çıkacak kimse de olmayacaktır.” (Maide, 5/72) derken diğer taraf da “Şüphesiz, iman edenler, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiîler’den de Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler” (2/62) “Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur ve kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur: Allah hiçbir zaman kullarına zulmedici değildir” (41/46) ayetlerini görüşlerine delil olarak ileri sürüyorlar.
Yukarıda ifade ettiğimiz Kur’an’a bütüncül bakış, bir defa da nazil olmaması, lafız-mana-hüküm ve maksat arasındaki bütünlüğü sağlama, sebeb-i nüzul vs. diyerek ifade ettiğimiz anlama ve anlamlandırma metotlarından bağımsız parçacı yaklaşımın doğurduğu sonuçtur bu. Evet doğrudur, bu ayetlerin her biri Kur’an’da yer almaktadır ama her bir ayetin bir konteksti ve konsepti vardır. 23 yıllık süreçte tedrici olarak inen ve birbirine zıt anlamlar içeren bu ayetlere bütüncül olarak bakılmaz ve değerlendirilmezse Allah’ın maksadından uzaklaşılmış olur. Buradaki örneklerde görüldüğü üzere bir de bunları söz konusu parçacı yaklaşım sergileyerek görüşünüze/görüşlerinize delil olarak ileri sürerseniz konuşan siz olursunuz, Allah değil.
Her bir ayeti işlevsel kılma ve mutlaka bir anlam yüklemenin gerekliliğini kabullenip, 23 yıllık süreçte cereyan eden olaylara bağlı olarak ayetlerin tedrici olarak nazil olduğunu, nüzul zamanındaki sıralamayı, usul ulemasının nesh veya ta’lik görüşlerini temellendirmek için kullandığı “ezmanın değişmesiyle ahkamın değişmesi inkar olunamaz” ya da “hükmün müştakka taliki me’haz-ı iştikakın illiyetini iktiza eder” gibi kaidelerden bağımsız olarak meseleyi ele almanın örneğini sunan bu yaklaşım tarzını farazi olarak kabullenip başka ayetler de gündeme getirilebilir. Mesela: “Ehl-i kitap içinde, Allah’a iman ettikleri gibi, Hakkı tazim ederek hem size hem de kendilerine indirilen kitaba inananlar da vardır. Onlar Allah’ın ayetlerini, değersiz bir menfaat karşılığında satmazlar. İşte Rabbi nezdinde mükâfatları olanlar onlardır. Muhakkak ki Allah hesabı pek çabuk görür.” (3/199) Ya da “Ehl-i kitabın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın ayetlerini okuyarak secdelere kapanırlar. Bunlar Allah’ı ve ahireti tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendirler. Yaptıkları hayır ve iyiliklerden, mükâfatsız kalan bir tek iyilik bile bulunmayacaktır. Allah günahlardan korunan takva ehlini pek iyi bilir.” (3/113–115)
Gördüğünüz gibi ayrı bir perspektiften ehli kitap içinde bir başka grubun varlığını söyledi bu iki ayet bize. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi varmak istediğimiz sonuç şu; bir tek ayetten hareketle hüküm verme, diğerlerini hiç nazara almama hakikat arayışı içinde bulunan bir insan değil, sabit fikirli ve o sabit fikri uğruna Kur’an’ı bile konuşturan insan konumuna sokar bizleri. Halbuki bu ayetlerin her birerlerinin nüzul toplumunda bir karşılığı var. Muhatapları var. İşaret ettiği olaylar var. Kafir ve müşriklerle bir ve beraber olup Müslümanlara karşı zalimce davranan Yahudiler olduğu gibi, ömrünün sonuna kadar Medine’de Müslümanlarla barış içinde yaşayan hatta Efendimiz’e rehin de alarak borç buğday veren Yahudi de var. Bu bağlamda ayeti doğru anlamak için ‘Hangi ehli kitap’ sorusunun cevabını bulmadan onlar cehennemlik deme ne kadar doğru olur?
Aynı şekilde zalimlerle birlikte Müslümanlara savaş açan Hristiyanlar olduğu gibi Müslümanlara sahip çıkan, ya da tarafsızlık anlaşması imzalayıp ortada duran kişiler ve gruplar da var. Bediüzzaman’ın “Ehli kitaptan haremin olsa elbette seveceksin?” cümlesinde özetlediği gibi Müslüman erkeklerle evlenen Hristiyan ve Yahudi kadınlar da var. Bediüzzaman bu sözünü “Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin” ayeti üzerine yaptığı bir izahta söyler. Ayetleri anlama adına kullandığı metodolojiyi nazara vermesi açısından önemli gördüğüm bu tespiti aynen iktibas ediyorum:
“Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse, her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayrimüslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, katiyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, 1998, Istanbul, s; 48-49)
Bu noktada uzun sayılacak bir başka alıntıyı da sonraki yazımda Hocaefendi’den yapacağım. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ayetleri doğru anlama adına genel bir çerçeve çizdiği bu satırlar oldukça önemlidir. Bir makale çapında yapacağım alıntı belki biraz uzun sayılabilir ama konunun ehemmiyeti açısından kısaltmadan olduğu gibi almayı tercih ettim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***