Ezberleri severiz; kendimizi güvende hissetmemizi sağlar. Bizleri koroya dâhil eder. Koroda olmak, kabul gördüğünüz anlamına gelir. Bu devirde de birileri tarafından, hele hele makbul birileri tarafından kabul görmek mühim bir hadisedir.
Oysa tersi önemlidir. Yani arkasına koroyu alıp solo söyleyebilmek. Söylediğini dinletebilmek. Beğenilsin yahut beğenilmesin, söylemeye devam edebilmek…
Buradan hareketle şu cümlenin altını çiziyorum: Kötüleri iktidara taşıyan iyilerdir.
Çok mu aykırı?
Peki, biraz yumuşatayım: Aptalları iktidar yapan akıllı aptallardır.
Daha da acısı: Sağcıları iktidara taşıyan genellikle solculardır.
Mesela, şu ‘tek adam’cılığın yaldızı kazınsa, altından güya ilerici, ‘yetmez, ama evet’çiler çıkar.
Mesela Pehlevi rejiminin dibine kibrit suyu döküp ‘gerici’ Humeyni’yi iktidara taşıyan, İranlı ilericilerdir.
Resim heveslisi ve demagog Hitler’e, dünyaya kötülük yapma fırsatı sunan, iyi niyetli Almanlar ve iyi niyetli Avrupalılardır.
Bu hemen hemen her zaman, hemen hemen her yerde böyledir.
***
Doğrusunu söylemek gerekirse mutlak bir izahı yok bunun. Sadece birkaç varsayım, birkaç hipotez ve bir iki sosyolojik analiz…
Müsaadenizle kişisel bazı çıkarımlarda bulunmak istiyorum yine de…
Latin edebiyatının üç kanonik şairinden biri Ovidius, ‘umut’u yalancı bir tanrıçaya benzetir. Çok faydalı olduğunu ve yüreklere bir kez ekilince uzun süre verim alınacağını söyler.
Korkarım ki umudu yüreklere ekmeyi bilenler kazanıyor bu dünyada.
İyiler, gerçekçi ve dürüst olduğundan, kötüye kötü derler. Bu umut verici değildir.
Kötüler ise hayalci ve yalancı olduğundan, kötüye iyi derler ve bu umut vericidir.
Humeyni de, Hitler de kendini yalnız hisseden, önemsenmediğini düşünenlere yaşamlarının amaçsız olmadığı fikrini aşılamayı başarmış, maddi yahut manevi tatminler sunmuştur.
Daha güzel, daha iyi, daha çok gibi pompalarla güzel günlere dair ekilen umut, bir kere uç vermeye başladı mı, hiç bitmez hasat mevsimi…
Gerçek çığırtkanlığı, hakikate sağırlaşmış kişiler nezdinde karşılığı olan bir eylem değildir artık. Umut, yani o yalan tanrıçanın söyledikleri, ninni gibi gelir alışanlara…
Yoksulluk ruhsallığı bereketli kılar umudun ekildiği toprağı. Ve bunu, kendiliğinden bilir bazıları.
Saeed Roustayi’nin Leyla’nın Kardeşleri enfes bir örneklem sunar yoksulluk ruhsallığına… Kabaca şu söz geçer bu filmin bir diyaloğunda: “Yoksulluk, özgüvenlerini kaybetmelerine ve salak gibi görünmelerine neden oluyor.”
Tam da bu… Yoksulluk, özgüven yitimine sebep olur. Yoksulluk, benzerlerin arasına sızmaya zorlar insanı.
Kendini ‘aşağı’da hisseden, ‘yukarı’dakinin değerleriyle kendi dünyalarını tanımlamaya dünden razı hale gelir.
***
Hani sağı iktidara taşıyan soldur demeye getirdim ya… Biraz açayım.
Temel sorun galiba şu: Başkalarıyla anlaşmak için harcadıkları enerjiyi, kendinden olanlardan esirgeme; yoldaşa gönül indirmeyi de, yoldaşı haklı bulmayı da zül sayan yoldaşların karşılıklı günahları…
Solun tuhaf bir alışkanlığı var; kendiyle bile anlaşamıyor. Her fraksiyon sadece kendini beğeniyor. Ötekini zayıflatmaktan, hor görmekten adeta haz duyuyor. Hiçbir gruba dâhil olmayanları da dışlayıp yok sayıyor.
Sisteme karşı mücadele edenlerin, mücadele ettiklerinin ne veya kim olduğunu unutup birbirlerine girmeleri, unutulanların da aradan kolayca sıyrılmasını sağlıyor.
Dahası: En olmaz zamanda, en olmaz yerde kendi gücünü sınamaya kalkıyor.
Var olmasını sağlayan kitleye, uçurumun kenarında sırt dönmektir bu bir anlamda.
Hayal kırıklığı yaratır. Ayrıca hazmedilmesi ve affedilmesi de pek zordur.
***
Sözü bunca yuvarlamamın sebebi Muharrem İnce.
Deniyor ki İnce için: Memleketin yanmakta olduğunu görüyor, fakat kendisi bu yangının içinde değilmiş gibi, kendi çıkarlarını yangının önünde tutarak bundan yararlanmaya çalışıyor.
Deniyor ki İnce için: Kendisi için mümkün olanın ötesinde bir şey istiyor; hem de halk tarafından lanetlenmeyi göze alarak.
CHP’den eksilttiği oylarla AK Parti’nin kazanmasına vesile olması yüksek ihtimal.
Ama hayat dediğimiz böyle bir şey; çok sevip güvendiğiniz kişi, sizi en çok yaralayandır. Kalbinizi en çok kıran, sizi en çok sevdiğini sandığınızdır. Ve o aslında bir Truva atıdır.
Görünüşe göre antik Yunan’dan bu yana değişen pek bir şey yok.
Haksızlık etmeyeyim; bir miktar değişiklik var: İnce, Laokoon’a gerek kalmadan kendini ifşa etti.
Laokoon, kim mi?
Şu meşhur Truva atının şehre alınmamasını salık veren rahip. Şu kadere bakın ki, tanrıların hoşuna gitmiyor bu salık verme ve yılanlarla cezalandırılıyor, hem kendi hem oğulları…
***
Zülfü Livaneli, 2019 yılında T24’te yayınlanan bir yazısında, şöyle demiş: “Yaklaşık yüzde 34 oy alan sol partiler, yüzde 25 alan Refah’a verdi İstanbul’u.”
Ayrıntılar daha da ilginç. Biraz okuyalım mı?
“Oysa ben üç lidere de ‘Madem SHP bu kadar ısrar ediyor, üç partinin de adayı olayım. Sadece SHP’nin değil’ diye adeta yalvarmıştım. Tam tersine en saldırgan kampanyalarını bana karşı yaptılar, akıl almaz iftiralar savurdular. O günden beri DSP her seçimde aynı rolü oynadı ve AKP’nin değirmenine su taşıdı. 1994’te Refah’ın zaferine (!) nasıl yol açtılarsa, bugün de [2019] aynı işlevi sürdürüyorlar…”
1994 seçiminden bu yana kaç seçim gördük, saymış değilim. Bildiğim; aynı yanlışları bir kez daha, hem de daha güzel, daha etkili şekilde yaptığımız.
Manzaraya biraz yakından bakalım: 1994’teki seçime, sol çizgiye yakın duran üç parti girmiş. SHP, DSP, CHP.
En fazla oyu SHP almış, ama DSP de onun yarısı kadar oyu bölmüş. Deniz Baykal’ın CHP’si Ertuğrul Günay’la yüzde 1’lerde kalmış.
Yani dağılım şöyle: SHP 20,3, DSP 12,4 ve CHP 1,4…
Yaklaşık yüzde 34 oy alan sol partiler, yüzde 25 oy alan Refah’a vermişler İstanbul’u.
***
Hatırlayalım lütfen; bugün Millet İttifakı’nda yer alan Meral Akşener ile ittifakı dışarıdan destekleyen Selahattin Demirtaş, bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi partilerinin adayları idiler. CHP ise genel başkanlarını değil, Muharrem İnce’yi aday göstermişti.
Seçim bitip oylar sayılmaya başladığında sırra kadem basmıştı İnce. Dedikodu kazanı kaynamıştı birden. Neler söylenmemişti ki…
En nihayetinde, İsmail Küçükkaya’ya attığı, “Adam kazandı” mesajıyla duruşunu, konumunu belli etmişti.
Bu mesaj, bir anda onu seven kadar sevmeyen de yaratmıştı.
Mesela Ayşe Arman, onu sevenlere dâhil oldu. Bunun ne tür karşılığı var, bilmiyorum tabii… Ama sonuçta, amiral gemisi denen Hürriyet’te takdir gören bir gazeteci.
Ayşe Arman, 2018’de şöyle diyor İnce hakkında:
“Benim için gelecek, Muharrem İnce! Böyle insanlar, böyle siyasetçiler seviyorum. Açık, şeffaf… Gözlerinden bulutlar geçmiyor. ‘Poker surat’ değil. ‘Ne dedi şimdi?’ demiyorsun. Kafan karışmıyor. Gizlisi saklısı yok. ‘Şunu sorsam mı?’ diye korkmuyorsun. Saygı sınırında her şeyi sorabilirsin. Karşında bir ‘insan’ duruyor. Duygularıyla, zaaflarıyla bir insan. Özür diliyor, ‘Hata yaptım’ diyor, yenilince rakibini tebrik ediyor. Açık, apaçık. Üstelik eleştiriye de açık! Biz alışık değiliz böyle birine. Beni çok umutlandırdı. Bence Muharrem İnce uzun yol koşucusu, öyle olması dileğiyle. Güç diliyorum, kolaylıklar diliyorum ona.”
Hâlâ aynı görüşte olabilir mi Ayşe Arman, merak ediyorum.
Muharrem İnce için 2018 deneyiminin özeti şu: “CHP arkamda değildi; para harcamadılar, afişlerimi asmadılar, sıfır moralle çalıştırdılar. Neler çektim, kan kusturdular bana.”
Sahi öyle miydi? Haklılık payı var mıydı?
Bugün için bunların bir karşılığı var mı?
Bir siyasetçi, kişisel husumet üzerinden mi kurar eylemlerini?
Bunlar bilahare konuşulacak şeyler…
Olan ise şu: İnce yüzde 30,64’le 15 milyon oy alıyor.
Rakibi 11 milyon oy fazla alarak ipi göğüslüyor.
***
Oralarda oyalanmayıp, Hüseyin Aygün’ün 20 Mart 2023’te, Facebook sayfasından yaptığı bir paylaşıma bakalım:
“12 Ağustos günüydü, Ovacık’ta halkla buluşmadan dönüyordum. AKP’nin “müzakere” adı altında alenen desteklediği PKK mensupları, Ortinig altında önümü kesti, silah zoruyla dağa götürüldüm. Sene 2012 idi.
Geniş tepkilerden ötürü dağda tutuluşum 48 saati geçmedi. Serbest kaldım, evime döndüm, sonra parlamentoya. Odamda masamın üstüne yığılmış mektuplarla karşılaştım. O 48 saat içinde yazılmışlardı. Hepsi de, beni sevdiklerini, sağ-salim döneceğimi söylüyorlardı.
Elbette sadece mektuplar değil; odaya dolan insanlar vardı. Geçmiş olsuna gelenlerden biri de Muharrem İnce idi. O zamanlar CHP grup başkanvekili idi. “Arkadaş bana bir kahve söyle” dedi, elinde sigarası vardı. Sesi, üzgün, pişman ve hayal kırıklıkları ile doluydu.
Kahvesini içti ve gözlerimin içine bakıp bana, “arkadaş, tarih sana hiç kimseye vermeyeceği bir fırsat verdi, teröristler beni şöyle kaçırdılar, ben şöyle direndim, böyle karşı çıktım, vatan-millet deseydin, şimdi filmin çekilirdi, kitaplar yazılırdı hakkında, ama sen bu şansı kullanamadın” deyiverdi.
Ben sadece, “böyle bir üne ihtiyacım yok, Kürt sorununun nasıl çözüleceği, kanın akmasının nasıl duracağı benim için daha önemli”, benzeri sözcükler ettim.
Bu anı elbette “kişisel” ve Muharrem’in iznini almam gerekirdi, bundan ötürü eleştirilmem haklı da olur, ancak 2018’de -velev ki- CHP cumhurbaşkanı adayı olmuş, seçim gecesi olan-bitene dair dahi seçmenlerine makul bir açıklama yapamamış, ertesi günden başlayarak “ünlü olma kavgası”nı devam ettirmiş ve sadece partisine değil, kocaman ülkeye de büyük zarar vermiş bir karakter ile karşı karşıyayız.”
Sanırım İnce’yi biraz daha tanıma fırsatı veriyor bize bu bilgi…
***
Zülfü Livaneli, sözünü ettiğim yazıda, seçim akşamıyla ilgili bir anı anlatıyor. Diyor ki:
“Gece yarısı yaşlı bir hanım gelip görüşmek istiyor. Buyursun, diyorum. İçeri gelen yaşlı hanım, gözlerinden sel gibi akan yaşları engelleyemeyerek ‘Bu seçimi kaybettiniz Zülfü Bey’ diyor, sonra devam ediyor: ‘Ben yıllardır hep sandıklara giderim, görevimi yapmaya çalışırım. Bu akşam beş sandık dolaştım; hiçbirinin başında SHP’li yoktu. Tutanakları istedikleri gibi yazıyorlar, sizin oylarınızı kendilerine kaydediyorlar.’
Pek inanmadım, ama haklı çıktı. Ertesi sabah işin rengi değişmeye başladı. Gece boyunca çalışmışlardı. Bu sefer işi, halkın iradesine bırakmaya niyetleri yoktu.”
Bu ne kadar hazinse, son cumhurbaşkanlığı seçimi akşamında yaşadıklarımız da az çok bu kadar hazindi. CHP’nin lambaları erkenden sönmüş, Muharrem İnce hiçbir açıklama yapmadan kayıplara karışmıştı.
Ertesi gün Muharrem İnce şu açıklamayla çıkmıştı seçmen karşısına:
“Beni kimse tehdit etmedi, tehdit edecek adam da henüz yeryüzüne gelmedi. Yok eşimi kaçırmışlar vs. bunlar birkaç şizofrenin uydurmaları. Bunlar asparagas şeyler, bunları bir kapatalım.”
Bu açıklamayla birlikte CHP ve seçmen için Muharrem İnce defteri kapandı.
Görünen o ki, defterin kapandığından kendisinin haberi olmamış.
***
Aziz Nesin’in “Du Bakali N’olacak” adında hayli eski (1987) ama hâlâ güncel bir hikâyesi vardır; muhakkak bilirsiniz.
Bilmeyenler için en çarpıcı bölümünü özetleyeyim:
Anadolu yakasında bir çayevi. Semtin sakinleri geçim sıkıntısından, beyin göçünden, IMF’den, kadının toplumdaki yerinden falan konuşuyorlar.
Yine bir gün kahve sakinleri ev dertlerinden başlayıp ülke sorunlarına uzanan bir sohbeti köpürtüyor. Ve her defasında da, “Allah Allah! Peki, ne olacak bu işin sonu!” deyip duruyorlar.
Bir işçi emeklisi tutamayıp kendini söz alıyor.
“Dur bakalım n’olacak, dur bakalım n’olacak deyip duruyorsunuz da bana bir akrabamızın başına gelenleri anımsattınız.” deyince ahali pür dikkat kesiliyor.
Bunu üzerine işçi anlatmaya başlıyor:
Ülke darda kalıp Boğaziçi’nin en güzel tepelerini, korularını petrol zengini Araplara satmaktadır. Ebul-Fatık El Mışki adındaki bir şeyh Boğaz’a nazır bir yerden arsa alıp oraya bir villa kondurmaya çalışırken bir de evleneceği bir Türk kızı bulmalarını ister komisyonculardan. Kız genç olacak, güzel olacak, kız oğlan kız olacak.
Sonunda Fatık’ın istediği özelliklere sahip Necmiye adında bir kız bulunur. Kız güzel mi güzel, Ebul-Fatık ise bir hilkat garibesi.
Necmiye’nin küçük kardeşi Fatık diyemediğinden Fıtık amca diyor Arap’a.
İşte o Fıtık Amca, birçok karısı olduğundan Necmiye’ye Nişantaşı’nda lüks bir daire alıyor. Çok kıskanç olduğunda karısının akrabalarıyla görünmesini bile yasaklıyor. Necmiye sokakta hep çarşaflı…
Fıtık Amca ara sıra seyahate çıktığından Necmiye’nin evde canı sıkılıyor. Sinemaya gidip gidemeyeceğini soruyor. Fıtık uzun uzun düşündükten sonra Hz. Ömer’in Adaleti filmine gidebileceğini söylüyor.
Necmiye sinemaya gidiyor. Ertesi akşam eve dönen Fıtık Amca merak içinde soruyor karısına, kendisi yokken ne yaptığını. Necmiye saf saf anlatıyor:
“Ah sorma, senin dediğin sinemaya gitmek için çarşaflanıp evden çıktım, yolda giderken bir herif sokuldu yanıma, ben gidiyorum o da yanımda.”
Fıtık amcanın tepesinden kızgın sular dökülmüş gibi oluyor, ama bozuntuya vermemeye çalışıyor.
“Du bakali n’olacak!” diyor Fıtık.
“Ben de dur bakalım ne olacak diye merak ettim.” diyor Necmiye ve anlatıyor: “Ben gidiyorum o da gidiyor. Bilet aldım, herif de bilet aldı. İçeri girdim, koltuğa oturdum, herif de gelip yanımdaki koltuğa oturmasın mı! Sonra ışıklar söndü, film oynamaya başladı, herif elini bacağıma atmasın mı!”
Fıtık amca feryadı basıyor:
“Sen ne diyorsun Necmiya. Ayvahhh. Du bakali n’olacak!”
Bozuntuya da vermek istemiyor.
Necmiye anlatmaya devam ediyor:
“Ben de merak ediyorum. Sonra adam çarşafımın altından elini sokup oramı buramı kurcalamasın mı? Aaa şaştım kaldım.”
Fıtık amca kendini yiyip bitiriyor, renkten renge giriyor, ama belli de etmemeye çalışıyor.
“Sonra…” diye Necmiye, “Film bitti, eve doğru gelirken o da gelmesin mi? Apartmanın kapısından girdim, o da girmesin mi? Bizim dairenin kapısını açtım girdim içeri, herifte girmesin mi içeri?”
Fıtık amca, “Herif de yallah içeri! Öyle mi?” diyor.
Necmiye onaylıyor ve anlatıyor:
“Ben yatak odasına girip soyundum, adam da gelip soyunmasın mı?”
Arap delirmiş vaziyette. “Eyvahh, du bakali n’olacak! Anlat Necmiya anlat!”
Devam ediyor saf kadın:
“Yatağa girdim, o da girdi.”
Arap kan ter içinde: “Du bakali n’olacak!”
Necmiye hız kesmiyor, anlatıyor:
“Ben de merak etti, ne olacak diye, sen olsan merak etmez misin?”
Fıtık, “Anlat Necmiya, anlat, vallahi çok merak ediyor ben!” deyince genç kadın sözüne uyuyor:
“Hiç canım! Bir şey değilmiş, ben de boşu boşuna dur bakalım ne olacak diye merak etmişim.”
Eeee diye ısrar edince Fıtık, ağzındaki baklayı çıkarıyor Necmiye:
“Senin her gece yaptığını yaptı canım!”
Fıtık beyninden vurulmuşa dönüyor, ama olan olmuş, erkekliğe toz kondurmamak gerek.
“Aman Necmiya…” diyor, “Ben de du bakali n’olacak, du bakali n’olacak diye boşuna merak etmişim! Velakin hiç de mühim değil.”’
Kahvedekiler basarlar kahkahayı…
***
Pek çok seçmen nefesini tutmuş, ellerini kavuşturmuş, dudağını ısırmış vaziyette seçim sonuçlarını bekliyor. “Dur bakalım ne olacak şimdi” dercesine…
Oysa Muharrem İnce, daha önce defalarca çekilen senaryoyu yeniden sahneye koyacak gibi…
Harala gürele içinde zât-ı âliyi yeniden cumhurbaşkanı yapacak sanki…
İşte o vakit kahvedekiler gibi gülmeye mecalimiz de kalmayacak.
Kötüleri iktidara taşıyan iyilerdir diyerek ağlaşıp duracağız.
BERKE KAYA
12 Nisan 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***