Bizler, “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket”te, önümüze atılan çelişkiler yumağıyla oyalanan sokak kedileri gibiyiz. Her ne yapıyorsak yapalım, daima doğruya, güzele çıkıyor yolumuz. Mukadderat işte…
Bizler böyleyiz ve bizi kıskanan Avrupa, hemen hemen her şeye eleştirel bakıyor.
Bakıp da ne yapıyorsa…
Çevirin yoldan geçen bir Çinli’yi, bir Mozambik’liyi, sorun hangi ülke güzel; ne diyecektir, elbette Türkiye…
Dünyada hangi şehrin taşı toprağı altın, söyler misiniz?
Her şeye maydanoz olmaya benzemiyor her şeye muhalif olmak.
Muhalif olmak, itiraz etmek bir hak, hatta bir sorumluluk. Ama yorucu… Emek istiyor, bilinç istiyor, istikrar istiyor, inanç istiyor, zekâ istiyor…
İstiyor ha istiyor!
Belki de bu yüzden bizde muhalifler pek sevilmiyor.
Zaten her şeye karşı çıkanlar üç aşağı beş yukarı hep aynı mahalleden. Makbul bir şey olsaydı, her sınıftan çıkardı, değil mi?
Sonra bu muhalifler, bölücü. Dış güçlerin maşası. İşlerine gelmeyenleri eleştiriyorlar. Ama eleştirdikleri şeyin yerine koydukları yeni bir şey de yok.
Madem bir önerin, bir projen yok, git menemen yap, naneli sakız çiğne; başkasının fikriyle, itkisiyle ne karışıyorsun memleket işine.
Feleğin devri, devranı da hoş olsun, bu güzel vakte onun sayesinde eriştik sonuçta.
Uymadı bir gün olsun, amâlimize ahvâlimiz, ama ne gam.
Bu patolojik hal bir başka hoş…
***
Efendim, az çok böyle bir manzara arz ediyor, tüm toplumsal ilişkilerimiz.
İstikrar tutkumuz, mevcut olanı koruma arzumuz dizginlenemiyor. Kimse de dönüp bakmıyor, neyin istikrarından yanayız, mevcut olan ne ki, ondan vazgeçemiyoruz.
Günden güne azala azala bir direniş kültürü dahi kalmadı elimizde avucumuzda.
Osmanlı’nın Viyana kapılarından dönüşüyle birlikte devlete ve topluma sirayet eden aşağılık kompleksi ile malul yaşıyoruz uslu uslu.
İçinde yüzdüğümüz havuzun suyu bulanıyor, ısınıyor, köpürüyor, pis kokuyor, birileri içine asit döküyor, fosseptik döküyor, neler oluyor yahu bile demeye tenezzül etmeden, geçer geçer, bu da geçer’i mırıldanıyoruz.
Mız mızlık bile değil, düpedüz mırıldanıyoruz; çünkü bizden adam olmaz’a inanıyoruz için için. Bunu da “istemezükçülük” kılıfına sokuyoruz bile bile…
Hak sahibi olan değer nedir bilir. O değerli şeyin kaybını göze almaz dolayısıyla… Tehlike anında da savunur hakkını. Gerekirse de karşı hamle yapar.
Ancak sahip olduğu hemen hemen her şey bağışlanmışsa kişiye, üzerinde durmaz; giden gitsin der ve başka şeylere avuç açar.
Sadaka kültürü bundan dolayı tehlikelidir. Bu kültür üzerine inşa edilen her türlü sosyal yapı çökmeye mahkûmdur.
Kendisine ikram edilenler dışında bir şeye sahip olmayanların bağışlayanlara itaati yüksek olur. Onun itaati bağışlayanı daha zengin kılsa da, o zenginin ağzından dökülen kırıntılar, doymasına yeter.
Bu hal bir sürekliliğe dönüşünce de tembellik boy atar; hem zihinsel hem bedensel tembellik. Çalışmaz, çünkü çalışmasa da yaşayabiliyordur. Düşünmez, çünkü kendisi adına zaten düşünen vardır.
Onun kurduğu bu düzene yönelik her türlü müdahale beter sonuçlar doğurur. Dolayısıyla da bu düzeni savunur. Sömürene biat eder. Bunda bir mahsur görmez.
***
Hatırlar mısınız; Gezi Parkı protestolarını takip geden günlerden birinde, bir genç adam Zafer Anıtı’nın bahçesinde kımıldamadan durmuştu.
Evet, evet; başka bir şey yapmamış, sadece kımıldamadan durmuştu.
Ona ‘duran adam’ demiştik ve bu sıradışı eylemini sevmiştik.
Yeni ve alışkın olmadığımız bir direniş biçimiydi.
Barışçıl bir etkinlik. Durağan ve sessiz. Bir sivil itaatsizlik örneği.
Bizde örneği yoktu bunun, ama Çin’de vardı. Tank Adam yahut Meçhul Asi diye tanımlanan biri, 5 Haziran 1989’da, Pekin’deki Tiananmen Meydanı’nda Type 59 tankları önünde tek başına durmuştu.
Meçhul Asi, çünkü o tankların önüne geçen hakkında hâlâ bir bilgi yok. Her ne kadar İngiliz tabloid gazetesi Sunday Express bu kişinin 19 yaşındaki Çinli öğrenci Wang Weilin olduğunu duyursa da, bunun doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Hatta bugün o şahsın yaşayıp yaşamadığını da bilmiyoruz.
Lakin onun duruşunun ne anlama geldiğini biliyoruz.
Aksi halde, o Meçhul Asi, Time dergisinin “Yüzyılın En Önemli İnsanları” (Nisan 1998) arasına nasıl girebilirdi ki…
Bazen sessizlik, tanktan tüfekten daha etkili olabiliyor.
Duran Adam, bizde örneği az görülen bir eylemde bulunmuştu. İçimizde biriken her isyan onun sessizliğinde tezahür etmişti. Ete kemiğe bürünmüştü.
***
Aradan yıllar geçti. Sonra bir gün, gündelik hayatın diretmeleriyle boğuşurken, bir haberle uyandık. Zincir marketlerde, kasaplarda, pahalılığın gözle görüldüğü her yerde, “Erdoğan sayesinde” etiketleriyle karşılaştık.
Meğer Mahir Akkoyun adlı genç, ekonomik kriz ve hak ihlallerine dikkat çekmek amacıyla eleştirel görseller tasarlamış ve telif istemiyorum diyerek sosyal medya hesabından paylaşmış.
Arzu eden de o etiketleri çoğaltıp kilosu 300 liraya zıplayan kıyma paketinin üzerine, beş para etmeyen, ama 5 bin liraya satılan kıyafetlerin koluna/paçasına, “Bu ürün pahalı mı geldi? Erdoğan sayesinde” etiketini yapıştırmış.
Sen misin yapıştıran…
Ürünün o fiyata zıplamasına, alım gücünün düşmesine sebep olan iktidar erkine dokunulamadığına göre, ne yapılması gerekiyor? Elbette etiketi tasarlayanı “cumhurbaşkanına hakaret”ten gözaltına almak…
Mahir’in yaptığı, doğrusu muazzam bir eylem. Hoş bir sivil itaatsizlik örneği.
Zamanlaması ise müthiş.
Emin olun ki, bu eylem, “418 bin dolarınızı beşli çeteden alacağım” iddiasından daha ikna edici… Ve talep edilen oyun yönünü değiştirecek etkiye sahip.
Bu eylemi tasarlayan bir genç…
14 Mayıs’ta ilk kez sandığa gidecek 7 milyon kişi de genç…
Ancak eyleme ilk destek HDP’den, eski genel başkan Selahattin Demirtaş’tan geldi: Hepimiz Mahir’iz!
Tutuklu olduğu için yapabildiği bu. Dışarıda olsa kim bilir neler yapacak…
Neyse ki ikinci müspet destek, Kılıçdaroğlu ve ekibinden geldi. Benzer bir eylem türettiler. “Bay Kemal gelecek, bu fiyatlar düşecek” etiketleri hazırladılar hızla ve dağıttılar.
Pahalı reyon ürünlerinin üzerinde arz-ı endam eyleyiverdi bir anda bu etiketler.
CHP’den beklenilmeyecek bir örgütlülük örneği.
Bu kadar hızlı organize olmaları bir yana, ne olup bittiğini bu denli hızla algılamaları da takdire şayan.
Kılıçdaroğlu, ikinci bir hamlede bulundu ve gecikmeden Mahir’i aradı. Geçmiş olsun niyetlerini iletti.
Keşke, geçerken bir uğra, konuşalım da diyebilseydi. Zira belli ki, Mahir boş biri değil. Nitekim serbest bırakıldığında söylediği şu sözler mühim:
“Milyonlarca insanın bu tasarımları benimsemesi, bunları sokaklara, marketlere, gıda reyonlarına, ürünlerin üzerine yapıştırması aslında benim tam olarak hayat pahalılığını gündeme getirme amacımı nihayetine erdirmiş oldu… Söylediğim şeyin sadece benimle sınırlı kalmaması, birçok insanın söylediği şeyle aynı olması ve bir gün öncesinde belki binleri aşan şeyin bugün milyonlarca insanın dilinde olması benim için çok mutluluk verici. Bu yoksulluğu, sefaleti gündeme getirmemden çok rahatsız oldular. Rahatsız etmeye de devam edeceğim,”
Havlayana havlayarak karşılık vermek, zekâ ve plan içeren bir eylem değildir. Ama Mahir’in yaptığı, çok gürültü kopartan ‘sessiz’ bir eylemdir. Zekâ ve plan içeren…
İhtiyacımız olan tam da budur.
Unutmamalı ki kalem daima kılıçtan keskin olmuştur.
Daha Fazla Göster:
etiketgözaltıkampanyamahir Akkoyunmahirgramuhalefet
BERKE KAYA
09 Nisan 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***