SİNAN SAVAŞ ZARAKOLU
Maraş merkezli 6 Şubat ikiz depremleri ve ardından yaşanmakta olanlar Türkiye için her anlamda esaslı bir kırılma. Ama bir dönüm noktası olması nice yüzleşmenin ne oranda gerçekleşeceğine bağlı, aynı önceki sayısız kırılma noktasında olduğu gibi…Depremlerin tetiklediği bu inanılmaz büyüklükteki binlerin ölümüyle sonuçlanan yıkımı hazırlayan apaçık bu ülkenin insanlarıydı. Kocaman tarihi, sosyolojik ve politik bir mirasın taşıyıcısı olarak bir bütün halinde rollerini oynadılar, kurban ya da fail, etken ya da edilgen olmaları fark etmeksizin.
“Hepimizin suçu var” yine sonu cezasızlığa varacak olan bir sorumluktan kaçma manevrası, aynı “asrın felaketi” adlandırması gibi toz kaldırma, sis çöktürme, erkin bir an önce statükoya dönme meselesi… Milyonlarca insan ise depremden önce olduğu gibi şimdi depremden sonra da hala bir dönüm noktasına muhtaç. Elbette ki hepimiz suçlu değiliz ama “hepimizin rolü var” ve bununla yüzleşmeden o kavşağa ulaşmak imkânsız.
Bu büyüklükteki bir travmanın zedelediği zihinlerimiz doğal olarak, ilk elden “rollerin” peşine düşemiyor, “etken” olanı, parmakla gösterilebilecek netlikte “suçlu”yu, iradesiyle kötülük etmiş olanları arıyor. Bir kez olsun kötülüğün şahını bulmak ve ona cezasını çektirmek sanki tüm ıstırapların sonunu getirecekmiş gibi geliyor. Nasıl olmasın? Cezasızlığın kuşaklar boyu vicdanları hırpaladığı bu coğrafyada “faili” ve “kastı” belli o kadar çok kötülük yapıldı ki… Deprem sonucu ortaya çıkan her bir görüntü uzak yakın ama illa bunlardan biriyle ilişkileniyor, kimi doğrudan kimi çağrışımsal.
AKILLARA SUR GELİYOR
Örneğin depremde yıkılan kent görüntüleri Hendek olayları sonrası tarumar olan Sur’u düşürüyor akla. Yıkımı yaratan, sonra oraları dümdüz eden ve daha sonra oraları “ihya” edeceğini iddia eden, açtıkları ihaleleri restorasyon deneyimi olamayan bölge dışından firmalara veren, yüzyıllardır Amed’in volkanik taşları kullanılmış tarihi eserlerin restorasyonu için yerel olanı yok sayıp Kayseri’den taş getiren “irade”yi…
Depremde Suriye de büyük zarar gördü, orada da binler öldü. Zaten devam etmekte olan iç savaşta kentler yıkılmış, binler ölmüşken, bitimsiz bir azap… İç savaş yıkımında yeni ihaleler yeni inşaatlar potansiyeli görüp coşan “irade” ile bir an önce enkaz kaldırmak, bir an önce depremde yıkılanların yerine yeni kentler inşa etmek için iştah sergileyen “irade” nasıl da benzer…
ERMENİ YETİMLERİ HATIRLATIYOR
Bir başka kare topluma umut aşılamak için servis edilmiş. Ebeveynleri kayıp depremzede bebekler hemşirelerin kucağında uçakla nakil edilirken… 1915 sonrası Anadolu’ya saçılan Ermeni yetimleri hatırlatıyor. Evlatlık alınanlar, el konulanlar, misyonerlerin toparladıkları, Ermeni cemaatinin yetimhanelerine yerleştirilenler…
Şimdi deprem yetimleri de benzer bir kaderle yüzleşiyor. Kamuoyunun bir kesimi bu çocukların akıbetini tartışıyor. Cemaat evlerine dağıtılanların olduğu söyleniyor. Peşi sıra evlatlıkla evliliğin caizliği üzerine “yorum” medyada faş oluyor. “Onlar Suriyeli çocuklar” sözleri çocukların göçmen başlarına bu hallere düştüklerini yani durumlarının daha da vahim olduğunu ortaya koymak için mi? Yoksa şaibeli vicdanlar azıcık rahat etsin diye sunulan, ırkçı damarlara serum, “hafifletici” bir neden mi? Peki, Suriye’den Ezidi çocukların kaçırılması, buralarda alınıp satılması, evlendirilmesinde aranan “caizlik” aynı değil mi?
Yıkım çok ama çok büyük ve geriye kalan insanlar depremin ilk anından buyana yardıma muhtaç. Gelmeyen, geç gelen, hakkınca paylaştırılmayan yardımlar kesintisiz tartışılıyor. Devlet eliyle gerçekleştirilemeyeni “sivil toplum”, muhalefet partileri, devrimciler, yurtseverler yapmaya çalışıyor. Ve yine engellemeler. Herkesin “yardım sadece devlet eliyle tekelden yapılacak” kuralına riayet etmesi isteniyor. HDP’nin yardım kamyonlarına el konuyor, TKP’li gönüllü gençler gözaltına alınıyor. CHP’li belediyelerin yardım kamyonlarına valilik pankartları asılıyor. Ama herkes biliyor, sahada bu “tek elden yardım” uygulamasından muaf “sivil” yapılarda var. Ama tabii onların “rolleri” başka…
Evet, reelpolitik üretip uygulamaya çalışan, “kötü” birileri gerçekten var. Böyle bir felakette bile takip edecek gelişmelerin sadece kendilerini parlatacak olanlarına yol vermenin peşindeler. Eksiklerin tamamlanması değil kendi eksikliklerinin ortaya çıkmaması, iktidarlarının zaafa uğramaması asıl dert. Bunun için talimatlar yağdırılıyor olmalı. Ve tabii bir de asıl sahada her mevkiden, toplumun her kesiminden talimat uygulayıcısı bu açık “kötülüğe” memurluk edenler var.
Onların uzun politik eğitimler aldıklarına, parti programlarını hatmettiklerine, düşündüklerine, sorgulayıp kani olarak hareket ettiklerine inanıyor musunuz? Hayır, elbette. Gözümüz önünde tam da Hanna Arent’in ortaya koyduğu “kötülüğün sıradanlığı” cereyan ediyor. Sadece rollerini oynuyorlar, öyle değil mi?
Falan televizyonun muhabiri röportaj esnasında mikrofonuna depremzedenin bir iki eleştirel sözü sızacak gibi olunca anonsunu kesmeksizin o kadar doğal uzaklaşıyor ki… Engellenen kamyonlardaki el konan malzemeleri depolara indiren görevlileri hayal edin… Vebal endişesi ile uykusuz gecelerin esiri olacaklar mı? Her yer, çadır, konteynır, portatif duş, tuvalet ihtiyacı ile inlerken falanca tarikat filanca cemaatin bunlara ulaşmış, karavanalarını ateşlemiş olması şaşırtıcı mı?. Harekete geçtiklerinde hiç endişe duymuşlar mıdır, ya bizim kamyonu da çevirirlerse, diye… Vebal, evladım, yardıma engel olma, diye kolluğa yalvarmak durumunda kalmışlar mıdır?
O kapılar bazılarına kendiliğinden açık. Bir çeşit seçici geçirgenlik tezahür ediyor. Muhtaçlara yardım götürülüyor olsa dahi kimilerine geçit vermeyen kapılardan doğru anahtara sahip olanlar doğallıkla geçip gidiyor. Selam ediyorlar ve selam alıyorlar… Eşleşen kimya, eşleşen kodlar neredeyse iradi eyleme ihtiyaç bırakmıyor. Her şey o kadar, olması gerektiği gibi doğal gerçekleşiyor.
Eşitlik, bu deprem gibi ülkenin her şiddetli sarsıntısında, ne radde uzağında kaldığımıza uyandığımız güzel bir rüya. Akıl yoran herkesin malumu zaten, eşitsizliğin türlü çeşidi her daim yaşanmakta. Ülkenin her çağında az ya da çok isyanlar, itirazlar, örgütlü mücadeleler var tüm bunların karşısında. En azından eşit yurttaşlık yazılamaz mıydı bunca mücadelenin kazanç hanesine. Bu rol dağılımı/dayatılışı sürdükçe ne mümkün?
Bireylerin, toplulukların, halkların tercihlerini aşan bir rol dağılımı var bu ülkede. Kökü yüzyıllar boyu sürüp gitmiş yaşanmışlıklara dayanan… En tepeden sesleniliyor, “bazılarınız ‘bizden’, bazılarınız onlar, bunlar, şunlar… Bazılarınızın selamı geçer akçe, bazılarınızınki kuru gürültü… Bazılarınızın biat edişi sadakat, bazılarınızınki güçlü elimi öpen eziklik…” Büyük bir inançla “Haklar verilmez, alınır!” diyorduk. Darbeler, devlet tahakkümü, vesayet rejimi sanki önceki milenyumda kalmış gibiydi. Sonra tam da bu coğrafyaya yakışır biçimde “güç” bir kez daha suyu tersine akıtabildi. Son yıllar kazanılmış olduğu düşünülen nice hakkın kaybıyla geçip gitti. Bu erozyonun beraberinde, halkları geçtik bireylere varıncaya kadar kendi kaderini tayin hakkı iğfal edile edile başka bir gerçeklik belirginleşiyor: “Roller, alınmaz verilir!”
MİLLETİ HAKİME VE MİLLETİ MAHKUME
Arkaik bir devlet etme geleneğinin, 21. yüzyılda bu ülkede iktidarın en tepesine tırmanıp kökleşmesiyle gerçekleşti tüm bu ters yüz oluş. Eski kafa, hülyalarının peşinde eski bildiğini okumakta. Başında koca sarık, sırtında kaftanı, altında eşeği olmuş devlet aygıtı. Eşeğin sağına soluna asmış birer küfe. Tebaasını da eski bildiği gibi yine bölmüş ikiye. Milleti hâkime bir sepette, diğer miniğine tıkıştırılmış bakiye bir avuç milleti mahkûme. Bunun dışına taşanlara ayrılmış bir sepet yok. Maalesef o milyonlar eşeğin ardına zincirlenmiş paryalar gibi, tabi edildikleri rolleri icabı (hakları) yok hükmünde. Aynı eskiden olduğu gibi.
Osmanlı’daki millet sistemine göre milleti hâkime Sünni Müslümanlardan oluşurdu. İslam devletinin egemenliğini kabul etmiş (Zimmî) gayrimüslimler, yani milleti mahkûme üç parça halinde, Yahudi milleti, Ermeni Milleti ve Rum Milleti olarak idari sistem içinde tanımlıydı. Egemenin hukuku içinde bir yerleri, kısıtlı olsa bile kendilerine ait iç hukukları vardı. Geri kalanlar sistem dışı. Sünni dünyanın zaten “sapkın” kabul ettiği Şiiler adım adım ezeli düşman, yine Sünniliğin dışına düşen diğerleri, Kızılbaş Alevilerden Bektaşilere faydaları oranında var oldular. Örneğin Balkanlara yayılan Bektaşi dergâhları ve devşirmelere ocak olmuş Yeniçerinin keskin kılıcı Osmanlının fetihler çağında kuşkusuz çok iş gördü ama devlet için asla bir millet olmadılar. Lüzumlarını yittirdikçe paryalaştılar.
Parya kıpırtısız kaldığı ve ödevlerini yaptığı oranda kaderinin mahkûmudur. Haddini aşıp talepkarlaştıkça o eski öğreti devreye girer: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Bunun nasıl işlediğini Anadolu’da eskinin tüm yok hükmüne düşmüşleri bilir. Onlar ezelden ebede hep “çıban başı”dır, “yılanın başını küçükken ezeceksin” düsturuyla hep takip altındadırlar, ah etmeyedursunlar “misliyle” karşılıklarını bulurlar.
Anadolu’da Alevi, Bektaşi, Şii, Türkmen olmak işte böyle bir şeydir. Tirana başkaldırsalar da itaatkâr kalsalar da “millet” sepetlerinde yerleri yoktur, eşeğin ardında zincirleri hep şakırdar. Erkin en tepelerinin şimdilerde kürsülerden sıklıkla haykırdığı nice küfür ile neye kime ne anlamda saldırıldığını en iyi onlar anlar. Örneğin “sapık”, “sapkın”… Bunlar küfrü aşan, karşısındakini yok hükmünde kılan Sünni belirlemelerdir. Örneğin “zillet” yapıştırması…
Hakaretin ötesinde kimin “millet”e dâhil olmaktan aforoz edildiğinin altını çizen politik bir ses
oyunudur. Her ikisi de parmak sallamadır, köteğin peşrevidir. Oldu olası yok sayılanlar gibi bir de “haddini aştığı” gerekçesiyle “millet”e dâhil olmaktan aforoz edilenler var. Osmanlı zamanı mirlik sistemi dağıtıldığından bu yana merkezi yönetimle çelişkiye düşen kesim kesim Kürtler de bunu yaşadı… Sünnilikten gelme hakimelikleri hükümsüz kaldı. Bir zaman muteber olan meleleri, şeyhleri bile katledilebildi. Bakiye kalanlar paryalaştı, ülkeyi elli yıl geriden takip ettiler.
Gayrimüslimlerin “milleti mahkûme” sepetindeki deneyimleri ise bambaşka… Onların paryalaşma fırsatı bile olmadı. Ne hikmetse kendi sepetlerinde kırılıp durdular. En büyük suçları muhtemelen “kutlu” yolculuğunda aç, sefil kalan efendilerinin iştahını kabartmış olmalarıydı. Şimdi ise bu “ecdattan” replika dayatılan neo-millet sisteminde Osmanlı Batılılaşması ve Cumhuriyet modernleşmesi etkisiyle yıllar içinde sekülerleşen/kentlileşen yığınlar sepetten aforoz edilmenin ıstırabını yaşamakta. Bu, farklı sınıfsal katmanlardan, etnik kökenlerden, dini aidiyetlerden gelen ve modern devlet ile kurumları kültüyle, laiklik, liyakat, kalkınmacılık, ilerlemecilik, eşit yurttaşlık kodlarıyla yetişmiş geniş bir kalabalık. Artık onlar “laik kesim” parantezinde muhasara altındalar. Bu topluluğun ana gövdesini oluşturan Sünni Türk aidiyetli, yani bir zamanlar sadece kökenleri nedeniyle “makbul vatandaş” olanlar, geçmişten gelen bir eşekten düşme deneyiminden de yoksun olduklarından daha da şaşkın vaziyetteler. Ne bilsinler bu topraklarda Alevi olmayı, Kürtlüğü, göç ettirilmeyi, kırıma uğramayı, ölü diri hep öteki kılınmayı…
Ve en acısı, şimdi bunu dibine kadar, on binleri enkaz altında bırakan deprem felaketinde deneyimliyorlar. İnandıkları cumhuriyetin kuruluş ilkeleri boşa düşmüş. Türküm diyorlar işe yaramıyor, doğruyum diyorlar yine olmuyor. Sivil toplum anlayışıyla yardım etmeye çalışıyor ama engelleniyorlar. Tüm o yıkımın içinde kalanları ise yardım istiyor ama öncelik onlarda değil. Bu keşmekeşte, deprem enkazlarında vatandaşlık hukukunu arıyorlar ama nafile. Çünkü çok daha önce göçmüş. Bir kez daha dank ediyor, hep şikâyet edegeldikleri üzere devletin kurumlarının içi boşaltılmış. İdrak edilebiliyor mu acaba, bu eşeğin sırtından yeni kovulanların boşluğu. “Devlet nerede?” diye haykırıyorlar ama artık bu daha başka bir devlet ve onlara sağır.
Bu biçareliğin yanı başında eski biat kültürünün kodlarını hala muhafaza etmekte olan yığınlarsa bir şekilde bu yeniden “ihya” edilen düzenin çevresinde öbekleşebiliyorlar. Bu sayede can kurtarmak için, kendi canlarını enkaz altında bırakan anlayışla barışık bir halde didinebiliyorlar. Bariz insan hatalarıyla kayıpları tarifsiz katmerlenmiş bu felaket için “kader planı” ya da “sınav” denmesi ruhlarını örselemiyor. Bilakis belki de acıları daha katlanılabilir kılıyor bu sözler. Tekbir getirerek motive oluyorlar. Hele ki bir de sağ kurtarabildikleri olduğunda “elhamdülillah bir can daha kurtardık!” diyerek iman tazeleyebiliyorlar. Ve aşina oldukları Sünni organizasyonlardan biri, yardımı, çorbası, çadırı, konteynırıyla er ya da geç onlara ulaşıyor, elhamdülillah.
Seküler/kentli yığınların yani “laik kesim” parantezine alınanların artık her daim yabancısı kalacağı kodlar bunlar. Müthiş bir gayretle becerebilecek olsalar dahi “mış” gibi davranmayı, eşeğin sırtında yer dilenmek beyhude bir çaba. Aynı anda hem “hak, hukuk, adalet” aramak,daha basitçe “talepkâr” olmak hem de gözü kapalı biat etmek zaten imkânsız. Hakkıyla biat etmeyi, yani ne istenirse vermeyi beceremeyecekleri erkin gözünden kaçar mı? İşin aslı tam da bu yüzden ötekiler saflarına savrulup atılmışlar.
Her ne kadar inkâr, makbul vatandaşlığın bir alışkanlığı olsa da kendi başına geleni inkâr etmenin bir anlamı yok. Artık eşeğin ardına sıralı çeşitli alt üst kimlikten parya kalabalığının parçası haline gelmiş durumdalar. Öncelikle yola devam edebilmek için bu dışlanmışlıkla yüzleşmek, bunu sindirmek, bu yeni gerçekliği kavramak zorundalar.
Evet, böyle arkaik bir rol dağılımının Cumhuriyetin yüzüncü yılına isabet etmesi şaşkınlık verici ve umut kırıcı… Ama kabul edelim bu ülke tüm yakın coğrafya ile birlikte uzun süreden beri çalkalanırken, ülkenin tüm kaynaklarının yeniden paylaşımına giden yolda bu su uzun süreden beri ısıtılmaktaydı. Bir yandan şimdi itiraz beyan eden seküler/kentli kalabalıklar milliyetçi kodlarla hipnoz edilirken, diğer yandan da siyasi partilerin ve sivil toplumun etkenlikleri azaltılıp yalıtılırken, en etken olarak sadece lider, devlet ve Sünni organizasyonların kaldığı bu merkezileşen düzen ilmek ilmek örülmekteydi. Toplumun amaç ortaklıkları adım adım bölünüp, parçalanıp yönetilirken eşeği alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. Hem akıl hem de vicdan, tüm yurttaşların ortak bekası için özellikle deprem deneyiminden sonra bu Osmanlımsı arkaik kodlara dayalı rejimden acilen kurtulmak gerektiğini söylüyor.
Hem akıl hem de vicdan bunu örneğin Ege Akdeniz’deki orman yangınlarından, Karadeniz’deki sellerden, Soma’daki maden faciasından, Ankara Gar’ındaki, Suruç’taki bombalı saldırılardan sonra da söylüyordu. Vicdan katlanamasa dahi herkes farkında, her bir felaket bu kötülüğe daha da güç katıyor ve dolayısıyla kurtuluş artık daha da büyük bir güç gerektiriyor.
Dışlanmış olanların birlikte yürüteceği mücadele işte bu yüzden bir mecburiyet. Dolayısıyla özellikle ülkenin yeni dışlanmışları, içinde bulundukları “şaşkınlık” uykusundan uyanmak, milliyetçi hipnoz tuzaklarından kaçınmak zorunda. Bu rejimin paryalaştırdığı herkes birbirini tanımak, birbirini anlamak, birbiriyle işbirliği yapmak, talepleri ortaklaştırmak, adil, eşitlikçi bir toplumsal uzlaşma ile kendi içinde azami kapsayıcılığı sağlamak zorunda. Aksi halde güçleri birleştirmek ve yüz yıl sonra tekrar hortlayan tiranlığı bir kez daha alaşağı etmek asla mümkün olmayacak.”
———
Manşet görseli: 1509 İstanbul depremi, tahta oyma
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***