YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bir anne enkazın başında. Ayakta ayakkabı yok, gözünden kan akıyor, kolu kırık. 3 çocuğunun başında. “Biri vefat etti, Talha ve Rümeysa burada” diyor. Çocukların üstünde bir kolon var ama kaldırmak imkansız.
Anne aşağı inmiyor, indiremiyoruz.
Çocukları kurtaramıyoruz. 15:30 gibi gelen UMKE ve teçhizatlı başka bir oluşum o çocukların olduğu yere geldi. Talha’yı 16:15’de çıkarttılar.
Ama Rümeysa… Rümeysa altta ezildi.
Anne hala başlarında. Deprem anından beri…
Zor bela hastaneye gitmeye razı ettim.
“Rümeysa’ya sağ ulaştık” dedim ama yalandı, geç kalındı ve vefat etti 4 yaşındaki Rümeysa.
12 yaşındaki Talha’nın bacakları kırıktı, çıkarken bana gülümsediğinde ‘aslan gibisin’ dedim. Gülümsemesi kaybolunca ‘Abi, Rümeysa öldü az önce’ dedi.
Çenemin titrediğini ve kendimi durduramadığımı fark ettim.
Diyemedim bir şey.
Rümeysa’nın sıcak bedenini battaniyeye sarıp annesinden gizli hastaneye gönderdik. Gözleri hala açıktı Rümeysa’nın.
80’li yaşlarında bir kadın ayakları çıplak şekilde sokakta yakılan ateşin başına geldi. ‘Kimsin?’ diyorlar, ne adını biliyor ne nerede olduğunu.
Tamamen hafıza kaybı yaşıyor.
‘Teyze iyi misin?’ diyorum. ‘Ben iyiyim evdeki adamla kadın öldü’ diyor. ‘Kim onlar?’ diyorum, ‘Ben kimim?’ diyor.
Ellerimi başımın arasına aldım bir apartmanın altına ölme pahasına girip çıldırmış gibi ağladım. O teyzeyi askeri aracımla hastaneye gönderdim sonrasında. Yolda hatırlamaya başladığını söyledi sürücüm. Ama ilk gördüğümde aklını kaybetmiş gibiydi.
Bir adam kolumdan tuttu evin altına girmem için. ‘Zayıfsın girersin komutanım’ dedi. ‘Ahmet’im orda az önce duydum sesini’ dedi. ‘Sen gelme yıkıntıya ben bakacağım’ dedim.
Ahmet 10 yaşlarında bir çocuktu. Başı yan yatmış binanın altında, göçüğün dışına yakın ve duvarın altında. Eli görünüyor, eli buz gibi. “Ahmet!” diyorum ses yok.
Ahmet burnuna dokundum hala nemliydi. Öleli en fazla 5 dakika olmuştu. Vücudu tamamen ezilmişti. Geri döndüm, ‘Amca başın sağ olsun’ dedim. Hiçbir şey demedi. 3 abisinin yanına gitti demek ki dedi. Geceden sabaha 11-12 saatte kabullenmişti birinin ölmesini. Kanım dondu bunu görünce.
Birine yardıma koşarken başkaları koluma yapışıyordu. Gelen profesyonel ekipler bir enkaza odaklanınca bir kadının ‘Herkes orada ne yapıyor, o çocuk yaşamaz buraya gelin’ diye çığlık attığını duydum.
Can pazarı dedikleri buydu. ‘Onun oğlunu değil benim oğlumu kurtarın’ diye bağıran bir kadın daha. “Allah’ım neredeyim ben?” diye düşünmeden edemiyordum.
“Can pazarı lan bu, can pazarı!”
“Onun yaşaması zor benim oğlumu kurtar” demek hangi annenin diyeceği bir cümle?
Ama bu can pazarında bu da mümkündü işte.
Bir ara enkazın kaldırılması için milleti örgütledim, herkes bir şeylerin ucundan tutup enkazı temizlerken göğsüme büyük bir metal demir saplandı.
Havada takla atıp yığılmama ramak kalmıştı ki zor durdum ayakta. Hala aynı yerim sızlıyor. Ama kendime gelip bir apartmanın altına gidip başımı dizlerime gömüp ağladım.
Fiziksel değil mental acılar ağır geldi.
Kimse görmesin bizim de çaresiz kaldığımızı diye gizlendim, boşalttım içimi oraya, biri geldi; yaşı 50-55 olan bir amca. Diz çöktü, hissetmedim bile geldiğini. Bana ‘Ne yapalım be komutanım bizim de kaderimizde bu varmış’ dedi başımı okşadı.
Kalkıp sarıldım sadece.
Hemen 1 km ilerideki İl Jandarma Komutanlığı’ndan bir kadın teğmen vardı. Bu yazıyı okursa kim olduğunu bilecektir. İsmini söylemeyeyim. 2 Uzman çavuşunu bulmaya gelmişti. Nöbetçi amirdi ve yıkılan İl Jandarma’dan sağ çıkmıştı, koşarak gelmişti enkaza.
Sadece ağlıyordu kızcağız.
Aramızda çok yaş farkı yoktu, ama aklını kaybetmiş gibiydi. Sadece çığlık atıyor, sadece ağlıyor. Beni görünce esas duruşa geçip devam etti ağlamaya.
İsmini sordum. Sakinleştirmeye çalıştıkça ağladı.
“Sen subaysın, sen buradaki tek askersin senin sakin kalman lazım yapma” dedikçe “Yapamıyorum komutanım yapamıyorum” diye devam etti.
Sarıldım kızcağıza enkazın başında. Yağmur diken gibi saçlarıma bata bata yağarken tanımadığım bir kadına sarılıp enkazın başında hüngür hüngür ağladık.
Onu evine bırakacaktık, evinin yıkıldığını görünce ‘olsun’ deyip İl Jandarma Komutanı’nın ailesinin konutuna gitti. Bir daha görmedim kendini, ama her şey durulduğunda ziyarete gideceğim en kısa zamanda.
Enkazın altında bir ceset ve yanında telefon buldum, elindeydi. Muhtemelen yaşarken telefonu alıp iletişim kurmaya çalışıyordu. Elinden aldım, buz gibiydi elleri. Arayanlar şebeke çekmediği için çalmadan bildirimi düşüyordu. Kilit şifresini bilmiyordum, İPhone kullanıcısı olarak şöyle bir şey yaptım. Kilit ekranında sağa kaydırdım ve widget’larda telefon uygulamasından bir arama önerisi var mı diye baktım. Annesiydi. Nefesimi tutup aradım, ‘Barış!’ dedi. Barış’ın yüzü nasıl biriydi onu sordum sakallarını yüzünü anlattı ama sadece saç ve sol elinin avuç içindeki derin yaradan anladım o kişinin barış olduğunu, çünkü yüzü şişmişti hayli. ‘Teyzeciğim, başınız sağ olsun’ diyebildim sadece. Huzur içinde uyu Barış!
İlk günün akşamı saat 20:00’da Odabaşı Mahallesi’nden ayrılırken depremden beri yanan binanın hala yandığını gördüm.
Bizim uzman çavuşlara ulaşamadık. 14 Şubat 01:00 itibari ile hala ulaşamadık zaten naaşlarının çıkmasını bekliyoruz artık. Ben ve askerlerim tahminen 80 kişiyi kurtardık 3 apartmandan.
Söylemeyi unuttum, deprem sabahı 07:30’da şebeke gitti, aynı günün sabahında Whatsapp’tan herkese açık durum paylaştım ‘Ben iyiyim. Beni merak etmeyin’ diye. Ama Whatsapp durum 14 saat sonra geri dönüş yolunda yollandı. Çünkü ne internet ne telefon şebekeleri yoktu.
Aynı gece tugay komutanı inisiyatifi ile sanırım 120 kişi Antakya Atatürk Parkı’na çadır kurulumuna gitti. O gece kimle konuştum, ne konuştum hatırlamıyorum ama yatağımda çığlık ata ata ağladım. Bağıra bağıra, böğüre böğüre ağladım. Dalmışım sonrasında.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***