Bir süredir gündemde olan Artı Gerçek’te düzenli olarak ‘tarih tersleri’ verme hazırlıklarım sürerken, inanılmaz büyük bir ‘afet’ olarak 2023 Depremi, devasa bir kayıp, yas, acı, öfke ve kaygı bir anda her şeyin üstünü örttü.
Depremden hemen sonra, İBB tarafından İstanbul’dan gönderilen yardım TIR’larının dağıtımının koordinasyonuna katkı sunmak amacıyla iki haftaya yakın zaman için Hatay’daydım.
Gecenin gündüze karıştığı bu süreçte gördüklerimin şokunu atlatmak ve (maalesef olağanüstü) dayanışmanın verdiği derin coşkuyu nereye sokacağımı bilmek bir yana, bazı çarpıcı gözlemleri ve bazı acil çıkarımları yazıya dökmek bile sandığımdan daha zor geldi. Şoku atlatmak için seçtiğim, İstanbul’daki iş koşturmacasına kendimi kaptırma taktiği kısmen işe yaradı, ama uyku düzeni bozukluğu bitmek bilmiyor… Benim gibi asla uyku sorunu yaşamamış biri için alışılması zor doğrusu.
Tarih terslerine belki deprem (tarihi) tersleriyle başlamak bunu atlatmama yardımcı olabilir diye umuyorum. Ancak elbette asıl derdim, anlatacağım kıssalardan, gelecekte hem de çok yakın gelecekte beklenen İstanbul depremi konusunda hisseler çıkarılması yoluyla, yazdıklarımın siz okuyuculara faydasının olması.
Nitekim, geldiğimden beri kafamın bir yarısı Hatay’ın yası ve öfkesiyle doluysa, diğer yarısı İstanbul kaygısıyla dolu… Kendimi sık sık binalara bakıp “hangisi depremde ayakta kalır?” diye yoklarken veya yıkıklar arasında hangi sokaklardan nasıl geçilir diye kaygılanırken buluyorum!
Bunlar işin hissiyatla ilgili kısmı; çabuk geçer. Nitekim, geldiğimden beri “biz köylüler ruhsuz oluruz” diyorum eşe dosta, “travma mravma pek koymaz bize!”
Asıl derdim düşünsel: Gördüklerimi nasıl sindirebilirim bilmiyorum, ama asıl onları nasıl açıklayabilirim ve nasıl sonuçlar çıkarabilirim sorularıyla boğuşuyorum kaç gündür.
Nitekim hemen sarıldığım işlerden biri, İstanbul’da yaşanan 1894 ve 1999 depremleri başta olmak üzere, Osmanlı ve Türkiye’de yaşanan depremlerin tarihi oldu – muhtemelen kitap ve sergi çalışmalarıyla tamamlanacak.
Artı Gerçek’e yazmak belki derdime bir çare olur diyorum, ama olgular ve analizler birbiriyle boğuşurken anlatmak istediklerimi özetlemek nasıl mümkün olacak bilemiyorum.
Kazancıoğlu Nikos üstadın (Hatay günlerinden beri elime yapışan) son eseri Yokuş romanında geçen bir replik yardımıma koşuyor: “En iyisi sondan başla!”
Ne kadar süreceğini bilmediğim ‘deprem tersleri’ dizisine de bazı çıkarımlarla başlamak en iyisi olabilir.
Birinci çıkarım: Doğal afet diye bir şey yok; doğal olan deprem, ‘afet’ olan, ‘felaket’ olan insan işi!
Deprem tıpkı yağmur gibi, fırtına gibi doğal elbette, ama afete dönüşmesi tamamen değilse bile çok önemli oranda insanoğlunun işi. (İnsan değil insanoğlu demem kasti; çünkü insankızından çok insanoğlunun günahları bu afette belirleyici.)
İnsanlık çağında (Antroposen) insanların bu ‘doğal’ olaylar üzerindeki etkisini ve daha temel bir mesele olarak zaten insanı kapsamayan bir doğa kavramının ne kadar sorunlu olduğunu, şimdilik bir yana bırakıyorum.
Yeraltında sürekli yaşanan jeolojik hareketlerin belli seviyenin üstüne çıkması durumunda yeryüzünde yaşanacak sonuçları bildiği halde bu konuda neredeyse hiçbir şey yapmayan insan sayesinde/yüzünden, doğal olan deprem, oluyor ‘doğal afet’ – öncesinde ve sonrasında yaptıkları ve yapmadıklarıyla insan felakete yol açıyor. Elbette depremle karşılaştırılamayacak derecede az (niceliksel ve niteliksel) güce ve sonuçlara sahip olan yağmur ve fırtınayla veya başka bir doğa olayıyla eşitlemek doğru olmaz. Ancak onlar kadar doğal olan, yani oluşumu insan kontrolünden büyük oranda bağımsız olan depremin insan için felaketle sonuçlanması, çok sayıda aktörün (insanların ve onların yarattığı kurumların) bile isteye oynadıkları bir kumarın sonucu gibi geliyor bana. İnanılmaz, ama bazen insanların kendi yaşamlarını da kapsayan, çoğu zaman sadece diğer insanların hayatlarıyla oynanan kumar…
Bunu deprem tarihi okumalarıyla göstermek zor değil ve son depremden sonra aklı başındaki herkes bunu yazıp söylüyor zaten. Ancak deprem bölgesinde bulunmak, bu bilgiye/söze başka bir nitelik katıyor.
Depremin afete/felakete dönüşmesinde deprem öncesinde yapılanlar ve yapılmayanlar kadar, sonrasında yapılanlar ve yapılmayanların da büyük rol oynadığını bizzat yaşayarak gördüm. (Elbette her depremin öncesiyle ilgili bilgimiz aslen yazılı kaynaklara dayalıdır, ancak sonrasıyla ilgili burada paylaşacağım bilgininin kaynağı, bir tür ‘saha çalışması’ ve ‘katılımcı gözlem’ sonucunda ortaya çıkanlardır.)
Yıkılmayan binanın, yıkılanlar için birer utanç abidesi olarak dimdik durması ve yıkımlarda payı olanların bilinç altında muhtemelen nefret objesi haline gelmesi gibi, deprem sonrası çöken (devlet başta olmak üzere) tüm konvansiyonel/kurumsal faaliyet, ilişki, dil ve yöntemler için de bölgede bir anda ortaya çıkan, neredeyse deprem kadar doğal ve spontane sivil aktörlerin muntazam faaliyet, ilişki, dil ve yöntemleri de birinci gruptakiler için utanç abidesi gibi yükseldi. Bilinçaltındaki nefret ise bu aktörlerde her zaman olduğu gibi, tekelcilik, bastırma veya itibarsızlaştırma girişimleriyle kendisini dışa vurdu hemen!
BAŞLIKLAR
Daha sonra bunu açma olanağı bulacağımı söyleyip bu yazıyı burada bitirirken, sonraki yazılarda ele alacağım diğer çıkarımları (herhangi bir sıra gözetmeden) başlık olarak not edeyim:
- Deprem felakete dönüşmesiyle ilgili olarak “aramızdan günahsız olan ilk taşı atsın!” denilse (istisnasız) hepimiz donar kalırız.
- Binaların bin bir yıkılma çeşidi sanki bize bir şeyler söylüyor.
- Hatay’dayken ekibime yasakladığım (!) ‘yağmalama’ ve ‘istif’ kavramları afet sonrası süreçte yanlış kullanılabiliyor.
- Depremin daha büyük felakete dönüşmemesi için kriz anında doğru refleksi unutmamak gerekiyor: Kurtarmak için önce kendini kurtar.
- Sınıf her yerde insanın suratına okkalı bir şamar gibi iniyor: Her sınıfın felaketi kendine.
- Hayatımızın her alanında karşımıza çıkan bazı dikotomiler konusunda afet sonrası süreç bize (özellikle bu dikotomiyi aşarak diyalektik yaklaşma konusunda) çok şey söylüyor:
- Merkeziyet ve ademimerkeziyet (uzlaşmaz?) çelişkisi
- Konvansiyonel (aynı anlama gelmemek şartıyla) kamu/devlet savunuculuğu ve sivil/bireysellik yanlılığı
- Koordinasyon/tekel ve (anarşizan/liberter çağrışımlara sahip) kendiliğindencilik/spontanlık.
Devam edecek.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***