Depremin yirmi sekizinci günündeyiz. “Düzensiz – duyarlı, öngörülemez” toplumsal öfkemizin nereye evrileceğinin belirsiz olduğu günlerdeyiz. Hafızayı diri tutmak adına, tanıklıklara yer vereceğiz. İstanbul’dan Maraş’a giden, görev yaptığı okuldan arkadaşlarıyla birlikte bir okula üslenip afetzedeler için yemek yapan öğretmen Melih Dalbudak’ın* gözlemlerini paylaşacağız.
-Maraş’ta hangi tarihlerde bulundun, ilk gördüklerin neydi?
14-21 Şubat arasında, yani depremin ikinci haftasında Maraş’ta bulunduk. Çalışacağımız okulda herhangi bir hasar yoktu. Ama Göksun ilçesinden itibaren Maraş’a girdiğimizde tam bir yok olmuşluk hissi bizi karşıladı. Sabah olduktan sonra ve insanlarla konuşmaya başladıkça fotoğraf yavaş yavaş belirdi, esas manzara ise şehir merkezine gittiğimizde suratımıza çarptı. Görebileceğiniz bütün savaş filmlerinin, distopik görüntülerin ötesinde bir felaket…
Tabii bunu görünce insanî bir acının yanı sıra bu binaların neden yıkıldığını düşünmeye başlıyorsunuz. Sebep olan herkese ve her şeye karşı büyük bir öfkeye dönüşüyor bu duygu. Her şeyin başında bir binanın yıkılmasını kanıksadığımızı düşündüm. “Adana’da 13 bina yıkılmış, bir şey yokmuş” diyebiliyoruz mesela. Bir yapının varlık sebebi yıkılmamasıdır oysa. Yıkılmayan okulları, kamu binalarını ve onların yanı başında yüzlerce metre boyunca yerle yeksan olan yapıları gözlemleyince her şey açıklanıyor. Kâğıt üzerinde onlarca denetim ve imza yetkisi ama sonuçta bir müteahhidin vicdanına kalmış bir sistem çıkıyor bunun altından.
-Neydi üstlendiğiniz görev?
Biz okulda konaklayan, çevredeki çadırlarda, arabalarda, sağda solda kalmaya çalışan insanlara okul imkânlarını kullanarak üç öğün yemek yaptık, dağıttık. Ayrıca okulun yemekhanesi, kafeterya gibi açık tutulduğundan oradaki çay, kahve servisi, ikramlar, ortamın temizliği gibi işleri yapmaya çalıştık. Mümkün olduğunca da elimizdeki veya gönderilen malzemeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaya gayret ettik. Öğretmen arkadaşlarımın yanında öğrencilerimiz de bizimle geldiler ve gerçekten o yaşta bir çocuğun kaldıramayacağı ağırlıkta yüklerin altına girdiler, sabah 6’dan gece yarılarına kadar çalıştılar, mola zamanlarında bile çevredeki çocuklarla oyun oynayıp, onlara hediyeler alıp yüzlerinin gülmesine gayret gösterdiler.
Maraş’ın şehir merkezi bir tarım arazisi olduğu için en feci durum orada. Merkez tepelere, dağlara kaydıkça yıkımlar azdı ama ağır hasar her yerde vardı tabii. Bunda Maraş gibi orta seviyede bir kentin çok hızlı şehirleşmesinin ve belli bir grubun çılgınca zenginleşmesinin payı çok büyük.
-Erdoğan, Kızılay’ın üç öğün yemek dağıttığını söyledi, küfürler eşliğinde. Dağıttılar mı?
Ben Kızılay’a dair hiçbir şey görmedim. Kızılay Derneği ve Kızılay Holding’in nelerle meşgul olduğunu daha sonra öğrendik işte. İnsanî yardım temelli kurulan bir dayanışma örgütünün hem içinin boşaltılması hem de piyasada bir aktör olması, böylesine feci bir ortamda bile ticaret düşünmesi hırsızlık kültürünün boyutlarını göstermesi açısından ibretlik.
Ayrıca malzeme almak için gittiğimiz depolarda da bulabildiğimiz tüm malzemeler halkın yolladığı kolilerdi. Ne AFAD ne Toprak Mahsulleri Ofisi ürünleri gözüme çarptı. Ama ilk haftanın heyecanı azalmaya başladığı için birçok malzemede de eksiklikler başlamıştı.
-İnsanların kendi aralarındaki dayanışma nasıldı?
İlk sabah tanıştığım bir pvc ustası, eşi ve çocuğuyla arabada yaşıyor ve bizim okulda karnını doyuruyordu. Sohbete başladık, lafı “Suriyeliler”e getirince önce eyvah dedim, ne cevap verebileceğimi düşünmeye başladım. Ama dedi ki, “Hocam şimdi biz de göçmen olacağız, burada duramayız ama gittiğimiz yerde bize deprem göçmeni diyecekler, ne farkımız var ki.” Bunu, hele Maraş’ta duyunca gözlerim doldu ve “kimse göçmen olmak zorunda kalmasın” diyebildim.
Halkın dayanışmasını, gayretini, insanların birbirine yaklaşımını çok olumlu buldum. Herkes herkesin işine koşturmaya çalışıyor, ihtiyacı olmayan hiçbir şeyi istemiyor, birilerinden karşılıksız bir şey istemeye alışkın olmayan insanlar için zaten yeterince zor bir durum bu.
Diğer şehirlerden bizim gibi gelen gönüllü sivil veya kamu görevlisi arkadaşların çabası da insanüstüydü. Devlet diye bir mekanizma olmasa halkın kendi yaşamını örgütleyebileceğini görmek çok umut verici ama keşke bunu bu felaket vesilesiyle görmeseydim.
-Peki, ya devlet kurumları?..
Devlet kurumlarının koordinasyonsuzluğu ve aşırı merkezileşmiş kamu yönetimi sisteminde kimsenin inisiyatif alamaması çok acıydı. Bu tip felaketlerde, konunun uzmanlarının yıllardır söylediği gibi, 100 tane AFAD olsa hızlı karar alıp uygulayamaz. Her şeyi yerel bazda örgütlemeye, hazırlamaya başlamak gerekir. Mahalle gönüllülerinden, yerel yönetimlere, yerel basından, siyasi partilere, STK’lara, yereldeki askerî birliklerden arama-kurtarma derneklerine bir planlama, ilk müdahalede işe yarar, Ankara’dan, merkez teşkilatlardan emir ve talimat beklemek işte bu sonuçlara yol açar. Yarıyıl tatilinden önceki son dersimde, İdare Hukuku’nda “Merkezden Yönetimin Sakıncaları” konusunu anlattığımı acı acı hatırladım Maraş’ta.
-Bundan sonrası için ne yapılabilir?
Buna cevap vermek çok zor, birçok konuda teknik bilgim olmadığı için hukuki ve eğitsel anlamda bir şeyler söyleyebilirim ancak. Bir defa kamu yönetimi sistemimizin sil baştan sorgulanması gerekiyor. Enkaz kaldırma çalışmalarını izlerken, yıllar içinde felç edilen DSİ’yi, lağvedilen Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nü, Büyükşehir Belediye mevzuatlarıyla kapatılan onlarca İl Özel İdaresi’ni, “hantal bürokrasi” diye kötülenen birçok kurumun aslında ne kadar da önemli ve yaşamsal olduğunu düşündüm. Bu kurumların yeniden kamucu amaçlarına uygun olarak hayata dönmesi gerek.
Tarımın ve esas olarak hayvancılığın merkezi olan bölgenin ekonomik koşullarının iyileştirilerek düzeltilmesi yerine sanki halkın hızla bölgeyi boşaltması isteniyor gibi bir düşünce oluştu bende. Çadırkent ve konteyner kurulumundaki yavaşlığı böyle izah edebiliyorum veya KYK yurtlarına depremzede yerleştirmek gibi hiç olmayacak önerileri. Bölge halkının geçici olarak ayrılsalar bile, kendi topraklarına dönebileceği bir vizyon gerekli. “Bir yıl müsaade edin, helallik istiyorum” söylemleri gerçekçilikten uzak, popülist sözler. Bu görevleri layıkıyla yapacak bir kadrolaşmayla kamu yönetimi baştan sona yenilenmeli, esas hantallığa neden olan aşırı merkezden yönetim anlayışı anayasal düzlemden başlayarak değiştirilmeli ve yerelden merkeze, aşağıdan yukarıya halkın talep ve ihtiyaçlarını gözeten, insan hakları temelli bir yerinden yönetim sistemi ortaya çıkmalıdır.
Eğitim anlamında ise aslında tabiat bize kendisine düşmanca davranmamamız konusunda nicedir ders veriyor. Orman yangınları, seller, heyelanlar, tercih ettiğimiz ekonomik sistemin sonuçları. Bugün hâlâ İstanbul merkezinin kuzeye taşınmasını tartışmak bile en büyük ders. Bunu yapacağımıza Türkiye’nin sanayi anlamında bomboş ve deprem bakımından çok daha az riskli bölgelerine gitmeyi düşünmeli yönetici ve yatırımcılar.
Çocuklarımıza, öğrencilerimize anlatacağımız konular ve becerebilirsek aşılayacağımız kültür, tabiata düşman olursak ve bilimin verilerini “kader” diyerek görmezden gelirsek başımıza neler geleceğidir. Mevcut ekonomik düzen, egemen siyasi kültür ve bunun halktaki karşılığını düşününce ulaşılması çok zor bir hedef bu. Fakat başka da çaremiz yok gibi.
*Melih Dalbudak, 1980 doğumlu. Ankara’da okudu, büyüdü. Halen Kadıköy Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde Adalet Alanı Öğretmeni.
Ceren Gündoğan: 1983 İstanbul doğumlu. İBBŞT TAL’de ve Akademi İstanbul Tiyatro bölümlerinde oyunculuk, Kocaeli Üniversitesi GSF/ Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık bölümlerinde öğrenim gördü. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanlığı, Asis Yapım’da proje tasarım asistanlığı ile dizi ve belgesel senaristliği yaptı. İlk romanı Yaralı Rüzgâr, 2022 Mayıs ayında Eksik Parça Yayınları etiketiyle yayınlandı. Artı TV’de Artı Sahne programı sürdürüyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***