PROBLEMLİ BABALAR
Biyolojik baba dölleyicidir, ailede vazifeleri bulunan ve hiyerarşide yüksek pozisyonu olan kişidir. Psikolojik baba çocuğun ruhsal gelişimine etkisi olan, çocukla baba pozisyonunda ilişkilenen kişidir. Biz toplumu ve aileyi bir vücut gibi metaforize ederiz ve bu vücudun başı babadır (erkek egemen toplumlarda). Ona öngörülen koltuk kutsanır, dokunulmazlık verilir. Bunu yapan insan aynı zamanda bilinç ötesinde babayı lanetler de. Baba kötülüktür de. Anadolu’da edilen beddualarda babanın başka yüzünü de görürüz. ‘Sana baba değsin’ ya da ‘baba, zıkkım ye!’ Beddualardaki baba ile baba arasındaki ilişkiyi görmezden geliriz. Baba dert, beladır da.
Bir ailede BABA pozisyonu sorunluysa o ailedeki üyeler de sorunlu oluyorlar. Aynı şekilde toplumda BABA (otorite, devlet) sorunluysa toplum sıkıntıdan kurtulamıyor. Bazı aileler/toplumlar bu sorunlu babayı kutsalla ilişkilendirerek babayı dokunulmaz, tartışılmaz bir konuma getiriyorlar. Bu konumdaki baba güçsüz fakat otoritesini/iktidarını yitirmemek için acımasız ve zalim baba oluyor. Bu baba güçlü konumdadır ama zayıf olduğunu bilir. Güçlü olmayan ama güçlü görünen devletler “acımasızlığı” güçlülük gibi sunarlar. Güçsüz baba/devlet korkulandır, sevilen değil.
Güçlü baba kimdir? Mesela babamızın bize adil ve eşit davranmadığını düşünelim ve kardeşimizi daha çok sevdiğini, onu koruyup kolladığını ama bana karşı da kötü davrandığını düşünelim… Kardeşlerim de bu durumun farkındalar. Onlarla her tartıştığımda kardeşlerim babanın otoritesini yanlarına çekebilmek için gürültü yapıp kavga çıkarıyorlar. Hışımla içeri giren baba benim suçluluğumu ön kabulle beni cezalandırıyor. Böyle bir ailede her aile üyesi sonunda patolojik bir vaka olur ve bu aile ciddi şekilde hastadır. Ailenin kıymetli çocukları da bu filmde ayrıcalıklı olmanın avantajını yaşayıp bu durumdan kârlı çıksalar da aslında çok ciddi bir sorun yaşarlar. Babasıyla (devletiyle, lideriyle, otoriteyle) özdeşleşemeyen ve babasıyla gurur duyamayan ve kardeşine yaptığı kötülükten ötürü korktuğu bir babaya sahip bir çocuk. Ve böyle büyüyen çocuklar kendileri de zalim/fail olurlar. Korku, sevgi, saygının karmaşık olduğu duygular kaosu yani.
Bu çocuk ya babası gibi olmayı seçecek ve kendisi de kötü, zalim ve haksız biri olacak ya da babaya bir dönem sonra karşı çıkacak “babanın kötü çocuğu”, hayırsız çocuğu olacak ve o da babanın sevmediği çocuklar tarafına itilecek. Böyle bir durumda ailenin her üyesi babaya karşı çıkmazsa aile hastalıklı olmayı sürdürüyor. Aslında aileyi toplum olarak kurgularsak ve bu ailedeki baba (devlet baba, başbuğ, reis, lider, otorite) adil ve eşitlikçi değilse o toplum da sorunlu olur. Solcularla, Kürtlerle, Ermenilerle, Alevilerle olan meselelerde “bazı kıymetli çocuklar” (Sünni, Türk) seviliyor. Kıymetli olmayan çocuklar (toplumun ötekileri) ise zulme maruz bırakılıyor. Devlet öz çocuklarını sevmiyor, diğer öz çocuklarını çok sevdiğini ve koruyup kolladığını teşhir de ediyor. Çocuklarını böylesine birbirinden ayıran aileler ve devlet/ülkeler de sorunlu ve hastalıklı oluyor.
MİTOLOJİLER VE HER ZAMAN ÜSTÜN OLMA
Her ailenin/halkın bir mitolojisi var, geçmişi. Nasıl yaratıldığı, geçmişte nasıl var olduğu… Bu mitolojiler sık sık yüceltmeler ve abartılar barındırır. Aslında mitolojilerde bugünkü arzularımızın ve korkularımızın projeksiyonu da vardır. İdealimizi geçmişe yansıtarak buradan kendimize üstünlük çıkarmayı deneriz. Yani benim değerliliğimin bir sürekliliği ve bir geçmişi vardır. Arzularımız, korkularımız, çelişkilerimiz, çatışmalarımız da bu anlatıların özünü oluşturur. Bu mitolojinin en önemli yanı sırlarımızı (fail ve suçlu yanımızı, bazen de yaşadığımız sonsuz çaresizlikleri) saklaması, geçmişteki kötülüklerimizin de izinin bu anlatılarda yok edilmesidir.
Bu mitolojilerde “kusursuz cinayet” motifini buluruz. Geçmişteki atalarımız iyi, dürüst, şerefli insanlardır. Kahramanlık kan dökmeden olmaz ve atalarımız kahramandır… Ama iyi kahramandır ve “kötü“nün kanını döktüğü için kahramandır ve cani sayılmaz. “Kötü” öldürülmeyi hak etmiştir ama istemeyerek atalarımız elini kana bulamıştır. İşte bu kahramanlık anlatısı kan dökmenin anlamını değiştirir. Öldürmeler kahramanlığa transforme edildiğinden kusursuz öldürmeye dönüşür, çünkü burada cinayetin inkârı vardır ve cinayetin izleri transforme edilerek ortadan kaldırılmıştır. Bu mitolojinin izlerini resmi tarihte de görüyoruz ve böylece bu mitolojiler de tarihsel gerçekliğe dönüştürülüyor. İşte bu anlatıda hakiki, saf kan, varoluşundan beri kahraman, şerefli bir aile/halk var. Anlatıda yüceltilen ama reel hayatta başka bir durumu yaşayan insanlar topluluğu: çocuklarına eşitsiz, haksız şekilde davranan bir aile…
ANNE ZALİMİN İŞBİRLİKÇİSİDİR
Ailede en önemli figür annedir. Anne bu anlatıda nerede? Problemli ailelerde görevini yapmayan, işlevini beklendiği şekilde yerine getirmeyen bir anne vardır. Her hastalıklı birimde problemli bir anne vardır… Anne ve anacan özellikler “modern toplumlar“da baba konumunda olan otoriteye/devlete sembolik olarak aktarılmıştır. Sosyal devletin sosyal yanı anacan özellikler içerir. Kurumlar işte bu anacan olanı yerine getirir. İşsizlik yardımı, sağlık hizmetleri, hastanın bakımını kurumlar üstlenir ve devlet BABA aynı zamanda ANAcanlaşır.
Ananın en önemli işi ama korumak ve güvence vermek. Bebek dünyaya geldiğinde anne (ya da anne işlevini üstlenen kişi) kucağına alıp doyurmazsa, bebeği soğuktan, açlıktan, kötülükten korumazsa bebek yaşayamaz. Annenin en önemli görevi bebeği/çocuğu korumak… Çocuğa zarar veren/verebilecek her şeyden, herkesten bebeği korumak. Bu anne aslan ya da anne ceylan için de böyle… Aile içi taciz/ensest araştırmalarından bilinen bir gerçek var: Anne göz yummaz, görmezden gelmezse ve çocuklarını korursa o ailede (erkek) zulüm zorlaşıyor. Anne karşı çıkarsa baba çocuğa şiddet uygulayamıyor. Yani bir ailede bir çocuk (ya da çocuklar) kötülük yaşıyorsa suç ortağı bir anne vardır. Toplumda da böyle.
Bir toplumda kötülük varsa, anacan özellikler verilen kurumlar bunu önler. Mesela korumak anacan bir özelliktir (bunun anlamı sadece kadınca bir özellik, erkekler yapamaz olarak anlaşılmasın. Erkek egemen toplumlarda bu özellikler kadına aktarılmış/yüklenmiştir) ve bu özellik kuruma aktarılır. Polisin görevi halkı kötülükten korumaktır. Aile içinde anne her çocuğuna eşit ve adil davranır. Bunu mahkemeler yapar… İşte devlet patolojik örgütlenmişse, yani baba problemliyse ve ana da bu problemin tarafıysa o aile ve toplum sorun yaşıyor. Bir toplumda otorite (baba, devlet, iktidar) ve bu devletin kurumları (anacan görevler) iyi/kötü, biz/siz, öz/üvey olarak örgütlenmişse o toplum sağlıksız oluyor. Azınlıklar, solcular, Aleviler, Kürtler… Bu toplumun sağlıklı olması işte bu gruplarla olan ilişkide açığa çıkıyor. Yaşadığımız toplumda zalim bir devlet BABA (iktidar, reis, başbuğ, lider) ve suç ortağı bir ANA (devletin kurumları=polis, adalet) var. Ananın eksikliği ötekiler için ciddi sorunlara neden oluyor. Sıradan bir meseleyi anlamak/anlatmak bu tür toplumlarda çok zor. Öz evlatların (Sünni Türkler) kahramanları (devlet, devlet baba, ülküdaş amca, reis, lider) ötekiler için zalimler de. Yani kahramanlık anlatısının gizlenen, görmezden gelinen yanı işte bu zulüm…
ANA ÖZLEMİ
Sistemin acımasız bir baba (güç/devlet) yaratması, yerleşen strüktürel şiddet bu sorunların giderilmesini sağlayacak ‘ana’ya gereksinimi çoğaltıyor. Ana bulma/yaratma çabaları erkek egemen toplumda sonuçsuz kalıyor. Kadın bir firavun olan Haçepsut gibi zamanla erkekleşiyor mesela. Mısır’daki duvar resimlerinde erkek gibi görünmeye özen gösterdiği ve topluluğu erkek giysileriyle yönettiği görülüyor. Bu gelenek o günden bugüne sıkça tekrarlandı. Margaret Thatcher, Angela Merkel kadın olmalarına rağmen “erkek gibi” yönettiler. Tansu Çiller’i düşünelim. Kadınlığa özlem (=şefkat, merhamet, empati) ve sadece gülümseyen bir heykel… Psikolojide “sosyal gülümseme” denilen sahte bir yanı olan gülümsemesi… Toplumun ‘ana’ bulma umudunun kayboluşu: Sadece sahte gülümsemesiyle anımsanan ve toplumdaki ötekilere (mesela Kürtlere) yapılan zulmün mimarı.
Ülkücüler genelde erkek erkeğe bir grup. O nedenle bu erkek erkeğelik homoerotik ortamları çoğaltır ama buradaki erkeklik konsepti en azından görünürde eşcinselliği reddeder, ‘hakiki erkekliğe’ vurgu yapar. Buradaki gerilimin dinamiği erkek erkeğe olmak ama aynı zamanda cinsel olarak da homo erotizmden azami kaçınmakla ilişkilidir. Kendi aralarındaki ilişkilenme kaçınılmaz olarak çok denetleyici, aseksüel (dostluk ve ülküdaşlık vurgusu ilişkinin aseksüel olduğunadır da) ve katı olmak zorundadır. Erkek dostluklarının yüceltilmesi, ülküdaşlık söylencesi üzerinden kurulur. Kadın bu erkeklik konsepti için bir tehlike, erkek erkeğeliğe bir tehdittir.
Dişi olarak sadece anneye izin verilebilir, anne dişi (aseksüel, cinselliğin önemsenmediği) olmayan kadındır. Bu erkeklik kurgusunun annesi melektir, insanüstüdür, dişi olarak da algılanmaz. Tehlikeli dişi kadın dışarıdadır (grubun dışında). Bu tür grupların anaya/anacanlığa gereksinimleri daha da çoktur çünkü bu gruplardaki örgütlenmeler çok katı, hiyerarşik ve erildir. İşte Meral Akşener bazı genç ülkücüler için sembolik bir “ana” dır (dişi kurt). Ama ülkücülüğün anayla ilişkisi çok hiyerarşik ve mesafeli olmak durumunda. Reel hiçbir anne aslında imajiner ananın yerini dolduramaz. Çünkü imajiner anne, pozitif arzuların üzerine yansıtıldığı ideal/ideale yakın bir figürüdür. Anneler melektir…’Anaya gereksinim çoktur ama bu ana imajiner olmak/kalmak zorundadır.
Ülkücüler kendi gruplarını imajiner büyük bir aile olarak görüyorlar: Büyük bir ülkü için bir araya gelmiş delikanlılar topluluğu… Türk kültürü aile içindeki ilişkileri borç üzerinden düzenliyor. Her doğan çocuk anasına, babasına, devletine, vatanına borçlu olarak dünyaya geliyor (minnettarlık). Hayatı boyunca borçlu olduğu kişilere vazifeleri üzerinden borcunu ödüyor. Bu borç hiçbir zaman bütünüyle ödenemiyor. Ananın ‘ana sütünü helal etme hakkı’ var. Babanın da babalık hakkı. Bu haktan oluşan borcun ödenmesi kutsal ve grubun üyeleri üzerinden denetleniyor. Borcunu ödemeyenler ayıplanıyorlar. Ayrıca ana/babaya vazifenin ödenmemesi günah (suç) olarak görülüyor. Böylece ana/baba/devlet/vatan sonsuz bir güç elde ediyorlar. Gerektiğinde çocuk bu borcu hayatıyla ödemek zorunda…
Vatandaşların hepsinin borçlu olduğu üzerine kurulu bir ilişkilenme biçimi. İnsan ilişkilerinde sevgi, nefret, empati ikincil sayılıyor. Gruplardaki ilişki de grup hiyerarşisindeki konuma göre belirleniyor. Hiyerarşide alt konumda olanlar üstlerine saygı göstermek zorundalar… Astlar, gücü olanların diğerlerini domine etme hakları var yani. Böyle ilişkilenme kapalı sistemlerde (ordu, dinsel yapılar) daha az çatışmasız yaşanırken açık ya da yarı açık sistemlerde (demokratik kuralların geçerli olduğu sistemler. Aile, dernekler, partiler) anacan pozisyona gereksinim çoktur. Çünkü erkek erkeğe ilişkiler gerilime ve çatışmaya (agresyon) daha açıktır.
ANA/dişi/kadın eksikliğini gidermek için bilinç ötesinde kurgulanan bir figür. Ama otorite/güç ve erkek egemen bu grup günümüzde anayı otorite olarak kabul edemez. Çünkü çocuk babayı annesinde tanır önce (erkeklik önce babada tanıdığımız ve öğrendiğimiz bir konsept değildir. Erkek/erkekçe olanı anne çocuğa öğretir, erkeklik önce anneden öğrenilendir. Anne erkeği anlatırken çocuğa bu erkeklikte kendi babası, kendi kardeşi ve kendi kocası vardır ve erkek çocuğuna erkeklik anlatır. Çocuk açısından bakıldığında bilmek/tanımak istediği babadır ama anne üzerinden genelde eş olan erkeği öğrenir, baba’yı değil. Bu bağlamda annede karşılaşılan ve karmaşıklaşmış bir baba vardır.
MODERN TOPLUM BABASIZ TOPLUMDUR
Köy ve kasaba hayatında aile üyeleri üretime birlikte katılır. Yani çocuk anne/babayla tarlaya gider, akşam eve gelir. Birlikte çalışır, birlikte yiyip içerler. Çocuk babadan vazifelerini öğrenir. Baba öğretendir, çocuktan çok bilendir. Çocuk babanın becerilerini babadan öğrenerek, onu model olarak alarak erkek olur. Erkelik baba gibi olmaktır. Bu öğrenme sarasında duygusal bağ kurma şansı da edinir. Kentleşmeyle birlikte bir radikal ayrım başladı: iş ve özel hayatın ayrışması.
Baba kentte akşam eve yorgun gelen adamdır. Bunun sonucu olarak da çocuğun gündelik reel hayatında olmayan otoriter bir figürdür baba. Baba/otorite yüceltilen ama uzakta, ulaşılmayan ama özlenen bir konumdadır. Devletin kutsanması, yüceltilmesi bu mesafeyle de ilişkilidir. Ama bu yüce baba/devlet/otorite bir kurgu, bir fantezidir. Bu nedenle Türklerin devlet yüceltmeleri ve yapılan güzellemeler bu çocukça fantezilere benzer. Çocuğun günlük yaşamında anne ‘ev hanımı’ olarak adlandırılan bir proje kapsamında önemli rol oynar. Babanın sembolik olarak varlığı ama reel yaşamdan uzaklığının yarattığı boşluğu anne doldurur. Babanın yokluğunda annedir babalık da yapan (çocuğu cezalandıran, döven, eğiten, aynı zamanda birincil annelik=şefkat, sevgi veren kadındır. Bu anlamda anne fallik bir anne olmaya zorlanır). Çocuk babayla annesinde karşılaşır bu anlamda. Çocuk aslında babası olan ama hayatında çok da karşılığı olamayan kişi olduğundan yetim bir çocuktur. Bunun bir anlamı da anne babanın görev ve işlevini de üstlenir. Annelik bu durumda ikilemlidir: Bir yandan koruyucu, kollayıcı anne aynı zamanda babanın otoritesini üstlenen ve çocuğu baba adına cezalandıran (terbiye eden) kişidir.
İşte annede otoriteyle de karşılaşmayı tanıyan bu çocuklar sevecenliği (sosyal gülümseme) ve cezalandırıcı anne (Tansu Çiller) görünce şaşırmadılar. Sosyal gülümsemede faili meçhuller de vardı. Anne (Tansu Çiller) ve kızının (Meral Akşener, içişleri bakanı) koalisyonu, işbirliği… ‘Suç’ işleyen çocuklara ‘elini kırarım’ diyen tehditkâr anne. İnsanlar baba/otorite adına cezalandıran anne figürünü tanıdıklarından garipsemediler. Yaramaz çocukları (öteki olanlar… mesela Kürtler) baba/devlet adına cezalandıran annenin ‘yaramaz çocuk ilan edilenleri’ de faili meçhule katması olağan karşılandı.
Meral Akşener’de Asena bulmak bu kültürel kontekslerde şaşırtıcı gelmedi topluma. Asena mitolojide kurtarıcı, ‘yol gösteren, çözüm üreten’ bir figürken Meral Akşener’de eril, kavgacı, yok edici özellikleri olan ‘dişi kurt.’ İkilemli, çelişkili anne figürü… Günümüzde Meral Akşener’in anacan kişi, sevimli nine imajının öne çıkarılması ama aynı zamanda ve gerekli görüldüğünde hâlâ Asena olması… Asena bir tehdit olarak el altında tutulan bir özellik ve toplumun ötekilerine bir tehdit de. Sivil, kentli, haz düşmanı da olmayan ama kasaba ülkücülüğünden uzaklaşmış ama ülkücülükle bağını koparmayan ve gerektiğinde postallarını giyeceklerini söyleyenlerin anası şimdi Meral Akşener…
Bugün ülkücülük pozitif bir değer olarak korunuyor, ülkücülükle araya mesafe de konulmuyor… Bu aynı zamanda bir şekilde faili meçhuller, sokak kavgaları, devletin ayak işlerini de sahiplenmek demek. Kısacası hangi gelenekten gelirse gelsin, geçmişiyle yüzleşmeyen, geçmişini sadece yüceltme ve böyle bir mitoloji üzerine kuranlarla ilişkilenmek de zorlaşıyor. Kimliğini sadece seçtiği olumlu özellikler üzerine kuran ve kendisine ait kötüyle yüzleşemeyenlerle yaşanan bir sorun çıkıyor yeniden karşımıza… ‘Temiz geçmiş söylencesi’ni dillendirenlerle reel temiz bir düzen kurabilmenin zorluğu… Bölücülükle ve terörle arasına mesafe koymaya ve bu söylemi sürekli ötekine projekte eden ve ‘vatan için gerekirse bir daha yaparım’ tehdidiyle güzeli ve iyiyi kuracağını söyleyenlerin inandırıcı olamamaları. Kul kusur içindedir… Kusursuz geçmiş sadece tanrılara atfedilir aslında.
Devam edecek.
Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***