Bir önceki yazıda altını çizdiğim üzere, bir ‘doğa olayı’ olarak deprem, ‘doğal olarak’ veya tanımı gereği bir ‘afet’ veya ‘felaket’ değildir. Bunun şu anda devam eden en güncel göstergelerinden biri, depremden geçip gitmiş gibi söz edilse de afetin/felaketin bölgede halen bütün acımasızlığıyla devam etmesi ve hatta yapılmayanlarla ve yapılanlarla her gün yeniden üretilmesidir. Afet ve felaket kavramlarının ve aralarındaki karmaşık ilişkinin tarihini sevgili Savaş Kılıç’ın ‘köşe’ kapısına emanet bırakıyorum
Resmi kurum ve kuruluşların, halen çok zor durumda olanların hayati ihtiyaçlarını karşılama konusundaki eksiklikleri ve ihmalleri her gün daha çok ayyuka çıkıyor. Devam eden mağduriyetlerin ortadan kalkması veya gündemi belirlemesi bir yana, çok ‘güvenilir’ bazı kadim yardım kuruluşlarının neoliberal çağın piyasacılık şehvetine kapılarak işlediği haltlar, gündemde neredeyse bu ihtiyaç ve mağduriyetlerin önüne geçiyor. Hadi bu skandalları yazıp konuşmak deprem ve sonrasındaki mağduriyetlerle ilişkili olduğu için depremzedelerin unutulması yönünde bir adım sayılmaz, ama cumhurbaşkanı adayının açıklanmasının sansasyonel bir boyut kazanması (beklendiği üzere) deprem felaketini gündemde geriye itme konusunda önemli rol oynadı.
Doğrusu Hatay sonrası bunu bekliyordum ve çevremdekilere söylüyordum. Hatta buna ek olarak, sansasyonel magazin haberlerinin ya da mesela Fenerbahçe ile ilgili sansasyonel gelişmeler veya benzeri konularla ilgili haberlerin depremi kısa sürede medyaya ve böylece kamuoyuna unutturacağını da düşünüyor ve dillendiriyordum. Henüz bu noktaya gelmedik belki, ama bu arada Bursa’da gerçekleşen maç sırasında Amedspor’a ırkçı/faşizan saldırılar ve buna Bahçeli’nin sahip çıkması gibi vahim olayların yaşanması hala gündemde (anlaşılır nedenlerle) ön sıralara oturuyor. Neticede hiçbir olayın depremi gündemde geriye itmesine izin vermemek gerekiyor. Bu ırkçılık/milliyetçilik ve ona dayalı hamasetin depremin afete dönüşmesindeki olumsuz rolü bağlamında iki konu arasındaki ilişkiyi düşünmeden edemiyor, bu vesileyle sürekli kafamda yeniden depremlere dönüyorum – geçmiş ve gelecek depremlere…
Devlet/hükümet bir yandan hummalı hafriyat ve betonlaşma çalışmaları aracılığıyla o çok iyi bildiği (aslında sorunun kaynağı) çözümlerin ve göz boyamaların peşine düşerken, diğer yandan bölgedeki yardım çalışmalarını tamamen merkezileştirmeyi – yani hükümet dışı kurumları, yani STK’ları dışlamayı veya çalışmalarını sıkı kontrol altına almayı– başarmış olmanın mutluluğunu yaşıyor. (Ayrışmaları ve özdeşleşmeleri bağlamında devlet ve hükümet arasındaki farkın ne olduğunu tarihsel süreç içerisinde ayrıca ele almak gerekiyor, ama bunu başka bir tarih tersine bırakıyor, şimdilik bu iki kavramı karşılamak üzere ‘resmi’ kavramıyla devam ediyorum.
SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI DEVLETTEN İYİ SINAV VERDİ
Oysa depremin yıkamadığı ve hatta canlandırdığı şeylerden biri, tam da bu hükümet-dışı (sivil) aktörlerin karşılıksız ve ‘hesapsız’ dayanışmacı ruhu ve dinamizmi oldu. Bu arada, hesapsızlığın, herhangi bir kişisel beklenti veya çıkar hesabı yapmamak kadar, (telaş ve bazen paniğin hakimiyeti nedeniyle) plan ve kontrolün ihmali ve gözden kaçırılması anlamına da geldiğini gördük; bizzat deneyimledik. Ancak bu plan(sızlık) ve kontrol(süzlük) konusunda sivil toplum aktörlerinin her şeye rağmen resmi kurum ve kuruluşlardan ve onları temsil eden yetkililerden çok daha iyi bir sınav verdiğini söyleyebiliriz. Nitekim, önceki yazıda belirttiğim üzere, resmi aktörlerin bu sivil aktörlere yönelik şüpheci ve hatta giderek düşmanca tavrında bu iyi örneklere karşı (‘haset’ değilse) kötülüğün/beceriksizliğin turnusol kâğıdı olma özelliği başat rol oynadı bence. Çünkü bu aktörlerin dayanışmacı, sahici, yaratıcı ve dinamik her girişimi, yani deprem karşısında yıkılmayıp üstelik daha da canlanması ve her alanda ‘olağanüstü’ bir dayanışma sergilemesi resmi kuruluşların deprem karşısında (maddi ve manevi) yıkımını daha görünür kılıyordu adeta.
Önceki yazıda olduğu gibi, ‘maalesef’ ifadesi kullanmamın nedeni şu: Bu ‘hayati’ değerlerin sadece afet döneminde ortaya çıkması, orada bulunduğum süreçte sürekli bana, insanların ve kurumların bu güzel yüzünün ‘olağan’ zamanlarda nereye kaybolduğunu düşündürdü. Resmiyete karşın ve her zaman ‘ona rağmen’ varlığını sürdürmeye çalışan bu sivil ve insani girişimlerin şahsi ve kolektif güzelliği ve güzelleştiriciliği, her yerde öyle olduğu gibi Türkiye’de de resmiyetin umursamazlığı, hantallığı ve mış gibi yapan kurumsallığının çirkinliğinin (tıpkı binalar gibi) bin bir çeşit yıkımını deprem sonrası tüm çıplaklığı ile ortaya koydu. Her zaman olduğu gibi, elbette sadece görmek isteyen gördü bunu… (Buradan kamu, devlet, halk ve sivil arasındaki farklara ve ilişkiye dair çetrefil konuya girmemek için kendimi zor tutuyorum, ama bunu da şimdilik sonraki ‘ters’lere bırakıyorum.)
Binaların bin bir şekilde yıkımı demişken, depremden hemen sonra, yani henüz (aynı zamanda kurtarıcı olan) iş araçları birer canavar gibi yerdeki bina cesetlerini (bazen insan cesetleriyle birlikte) oradan kaldırmamışken, Antakya, Samandağ ve İskenderun’da sokakları (mümkün olabildiği kadarıyla) gezdiğinizde karşınıza çıkan çok farklı bina yıkımı şekillerini görmenin yol açtığı şoku da yazmalıyım. Adeta resmi kurum ve kuruluşların deprem sonrasında yukarıda değindiğim yıkımında olduğu gibi, binaların çok çeşitli ve çoğu zaman açıklanması zor bir şekilde yıkılması, çökmesi de şok edici. İnşaat mühendisliği ve mimarlık cephesinden bu konuda söylenecek çok şey vardır elbette, ama konunun cahili olarak bu sahnelerle karşılaşmak, daha çok her zaman içlerinde yaşadığımız veya çalıştığımız, aralarından geçtiğimiz ve yanlarında durduğumuz bu (insan ürünü) devlerin ne kadar kırılgan olduğunu ve bir deprem sonucu ne kadar tuhaf şekillerde yıkıma uğrayabileceğini gösterdi bana sadece.
Her seferinde şok içerisinde bakakaldığım yıkım çeşitleri, bazen antropomorfik bir anlayışla insanın/toplumun yıkımını düşündürdü: ‘Tepetaklak’ olma, ‘tuz buz olma’, (bazen onu da çökertecek şekilde ya da ona dayanarak, tam yıkılmayarak) yanındakinin üstüne yığılma, tost gibi çatı ile zemin arasında bastırılmış olma, akordeon gibi farklı katların farklı oranlarda büzülmüş olması, vd.
Ancak birden bu binaların, içerisinde insanlar varken gecenin bir yarısı yıkılmış, çökmüş veya tuz buz olmuş olduğunu hatırlayınca, bu ‘edebi’ veya ‘felsefi’ gözlemler ve düşünceler utandırıyor insanı. Hele içinde veya altında yaşayan insanların olduğu veya öyle tahmin edildiği için çevresinde toplanılmış veya (çoğu anlatılamayacak derecede kaotik ve bazen öfkelendirecek derecede dayanışma ve planlamadan uzak) kurtarma çalışmaları sürdürülürken, bu edebiyat veya felsefeden hiçbir iz kalmıyor elbette kafada veya yürekte…
Binaların bu şekilde bin bir yıkılma çeşidi sanki bize bir şeyler söylüyor gerçekten, ama asıl uzmanların bu binaları ve yıkılış şekillerini inceleyerek profesyonel incelemeler sonucu detaylı raporlar hazırlaması gerekiyor(du). Ancak sonradan okuduğum kadarıyla, (belki salgın hastalık gibi anlaşılır nedenlerle) alelacele hafriyata başlanarak binaların çoğu için bu inceleme olanaksız hale gelmiş maalesef.
2023 Depreminde yaşananları ve sonrasında yapılan hatalar ile yapılması gerekirken yapıl(a)mayanları, adeta “şimdinin tarihi” anlayışıyla izlemeye, yazmaya ve konuşmaya devam etmek gerekiyor. (Fransızların ‘şimdinin tarihi’ kavramıyla beni tanıştıran Işık Tamdoğan canıma selam olsun!)
Ancak deprem öncesi yapılması gerekirken yapıl(a)mayanları da acilen ele almak gerekiyor, çünkü bu, geçmişle ilgili olduğu kadar gelecekle de ilgili: Marmara ve İstanbul başta olmak üzere, Türkiye’nin birçok bölgesinde deprem beklediğini binlerce kez haykırsak yeridir!
Bunun için sadece 2023 Depremi değil, (dönem kaynakları üzerinden) 1894 ve özellikle 1999 Marmara/İstanbul depremleri hakkında benzer analiz ve tartışmalar yürütmek, beklenen olası depremler öncesi yapılması ve yapılmaması gerekenler hakkında çok öğretici olabilir.
Tarihi sadece ‘geçmiş’ ile ilgili/sınırlı sanarak şimdiye kadar yazdıklarımı fazla güncel ve ‘tarih sonrası’ bulanlar gönüllerini hoş tutsun, o bildikleri geçmiş/tarih de ele alınacak sonraki yazılarda…
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***