Deprem Türkiye’sinde seçime gidiyoruz. Bunu sık sık anımsamakta ve hayatın akışı içinde birbirimize anımsatmakta yarar var. Depremde on binlerce can yitirdik. Bunun yası tamamlanmadı. Kolay kolay da tamamlanmayacak. Ayrıca müthiş bir ekonomik kayıp var ve özellikle depremde zarar görenler, yakınlarının yanı sıra malını, evini, işini yitirenler varkalmak ve tekrar ayağa kalkabilmek için mücadeleye devam ediyorlar.
10 milyon, 15 milyon insandan söz ediyoruz. Ülke nüfusunun geri kalanları olarak, depremden etkilenmiş olanlarla dayanışmaya zorunlu olduğumuzu her an anımsamamız iyi olur. Bir topluma dahil olmak, toplum olarak yaşamak bunu gerektiriyor. Depremzedeye destek olmayı devlete ve maddi gücü yüksek yardımseverlere bırakırsanız, tebaa olmayı kabullenmiş olursunuz. Yurttaş bağımsız olarak diğerleriyle bir araya gelir, toplumu oluşturur. Bir muktedire tâbi olan, sadece kendi canının derdini ve bağlandığı merciin uygun gördüğü yönde iş görmeyi öncelik olarak kabul eder.
Deprem kendini zorunlu bir bağlam olarak dayattı. Sadece yaşadığımız felaket açısından değil, ülke coğrafyasının pek çok deprem tehlikesine açık olması üzerinden de durum böyle. Türkiye’nin pek çok bölgesinde ve maalesef ülkenin her açıdan fiili merkezi olan İstanbul’da güçlü deprem beklentileri var. Ülkenin şimdisi ve yakın geleceğinin deprem gerçeği üzerinden yeniden kurulması gerekiyor. Dolayısıyla toplumsal yaşam ve özellikle siyaset kendini bu açıdan yeniden tanımlamak ve örgütlemek durumunda. Başka bir Türkiye gerekiyor ve bu gereklilik bizim arzularımız ya da iradelerimizden öte, yeraltındaki fayların hareketliliği nedeniyle kendini dayatmış durumda.
Aslında bu gerçeklik elbette daha önceden zuhur etmişti. 1999 Depremi’nden beri daha farklı bir Türkiye yaratma zorunluluğunun farkındaydık. Fakat toplum olarak bu konuda başarılı olamadık. Suçu toplumun ve toplumu oluşturan bireylerin dışına taşımak istemiyorum. Bu sorumluluğu sahiplenmenin 2023 depremleri sonrası Türkiye’sinde sağlıklı bir davranış olacağına inanıyorum. Biz yurttaşlar ve toplum olarak, gündelik hayatlarımızda ve siyasal alanda daha farklı bir Türkiye için ne kadar çaba sarf ettik? Bunu herkes kendisine sormalı ve depremi rant kapısı haline getiren anlayışa ne kadar katkıda bulunduğunu araştırmalı.
ZEBALLA DEVLETİN 5N1K’SI
Ne var ki, ben burada asıl odaklanmamız gereken öznenin devlet olduğunu düşünüyorum. Farklı iktidarları ve bunların içinde farklı dönemlerde yer almış iktidar hizipleriyle devlet, 1923’ten bu yana geçen yüz yıl içinde hep bir zebella devlet olmaya çalıştı. Adalet ve fırsat eşitliği hayali kuran yurttaşlarını isyankârlar olarak damgalamaya ve mahkûm etmeye çalışan bir Behemoth, her fırsatta hem kaba kuvvet hem her türlü sosyal-psikolojik, ekonomik ve bürokratik mobbing/bezdiri yoluyla toplum üzerinde tahakküm kuran bir canavar… Türkiye’de devletin birinci önceliği varkalmak, devam etmek ve daha demokratik bir yönetimin oluşmasını engellemek.
Depremden sonra da bu zebella devleti görmeye devam ediyoruz. Seçimde Erdoğan ve AKP gidip Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa İttifakı iktidara gelse de, biz izin verdiğimiz sürece bu zebella devlet kendini sürdürmenin yollarını arayacak. Oysa ülkenin ekonomisi, toplumsal yapısı, kimlikleri, kültürü/kültürleri, gelecek beklentisi bunu kaldıramıyor. 1999 Depremi’nden sonra devletin zebellalaşmasına tanık olduğumuz, buna boyun eğdiğimiz her olay, ruhumuzdan, irademizden götürdü. Bu karanlığa, bu çıkışsızlığa, on yıllardır yaşadığımız utanmaz arlanmazlıklara müstahak mıydık biz? Başka türlü olamaz mıydı? Ne yapabilirdik? Tabii daha önemlisi, ne yapabiliriz?
Öncelikle ayık bir kafaya sahip olmamız lazım diyeceğim. Bizi ayık tutacak şey, olaylara, olup bitene ve olup biteceklere yukarıdan bakabilme becerisi olacak. Komplo teorileri kuralım ve her olayı bunlar üzerinden anlamlandıralım demiyorum. Tam aksine, anlamlandırmadan önce, bir gazeteci gibi 5N1K’nın peşine düşelim diyorum. Olguları görelim ve bunları birbirine bağlayalım. Bir anlamda, “şimdiki zaman tarihçileri” olalım. Evet, biz bir yandan tarihi yapan öznelerken, diğer yandan da bu gerçekleşen tarihten etkilenenleriz. Ancak bunun ötesinde, basit ve temiz bir olaylar/olgular silsilesi kurabilmeye ve buna dayanarak düşünmeye ihtiyacımız var.
Teyit.org gibi sosyal medya ve medya hakikatimsi ya da yalanlarını ortaya çıkartan ve gerçekleri ortaya koyan oluşumları biliyorsunuzdur. Bunun yanı sıra, zebella devletin avatarı olan AKP iktidarının ele geçirdiği medyadan dışlanıp alternatif medya mecralarında mücadele veren gazetecileri de anımsamak gerekiyor. Şu yazının yer aldığı Artı Gerçek’in de dahil olduğu pek çok alternatif medya kuruluşu yurttaşlar olarak ihtiyaç duyduğumuz doğru ve olgusal enformasyon akışı için canla başla çalışıyorlar. Onların çabası olmasaydı, deprem sonrasında zebella devletin marifetlerini bu kadar ayan beyan görebilir miydik?
DEVLET BAHÇELİ’YLE DİLBİLGİSİ ÇALIŞMAK
Önümüzdeki iki aylık seçim maratonunda, olup biteni olabilecek en sade ve temiz biçimde birbirine bağlayacak, trollerce kirletilmesine izin vermeyecek biçimde izleyebilmeliyiz. Burada biz yurttaşlara da iş düşüyor. Bilişsel psikoloji kaynaklı bir kavram var: İngilizcesi metacognition. Türkçede “üstbiliş” olarak karşılanıyor. Neyin nasıl yapılacağı çerçevesi ya da bilgisine sahip olma anlamına geliyor bu. Bir sporu icra ederken, o spora özgü hareketleri bilmek ve uygulayabilmek gibi. Bir tiyatrocunun, oyunda kendisine düşen bölümleri nasıl ezberleyeceği bilgi ve becerisine sahip olması gibi. Bir yazının nasıl yazılacağını, her parçasının bütünlüklü ve tutarlı biçimde nasıl geliştirileceğini bilmek gibi.
Aslında her tür beceri bu alana giriyor diyebiliriz. Bir ürün ortaya çıkarmak, iyi bir sonuç elde etmek, bir hedefe ulaşmak için her zaman bir yol yürünür ve belirli şeyler yapılır. Bu anlamda üstbiliş, bir cümleye baktığınızda oradaki sözdizimini görebilmeniz demektir. Keanu Reeves’in oynadığı Matrix filmlerini anımsayabilirsiniz. Orada başkahraman Neo, içinde bulunduğu sanal ortamın yazılımını görmeyi başardığında, oyunun sahibi haline gelir. Neyin nerede ve ne bağlamda kullanıldığını görebilmekte ve buna müdahale edebilmektedir. Olup bitmekte olanın özne, tümleç ve yüklemini saptayamıyor ya da yanlış saptıyorsanız doğru anlama ulaşamazsınız.
Bu konuda yazmaya devam edeceğim. Fakat yazıya son vermeden önce, üstbiliş ve sözdizimi açısından işe yarayabilecek bir örnek üzerinde duralım. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çok tepki çeken Amedspor açıklamasını biliyorsunuz. Açıklama metninin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Fakat bu açıklamada özellikle Amedspor için ne diyor, bakalım: “Geçtiğimiz hafta sonu Bursaspor ve Diyarbakırspor arasında oynanan futbol müsabakası esnasında tribünlerden sallanan görsellerin sporun ahlak ve doğasına aykırı olduğu hepimizin malumdur. Bize göre Amed diye bir yer yoktur, Amedspor’dan da bahsedilemeyecektir. Bursaspor taraftarlarını buradan selamlıyorum, milli duruşlarından dolayı tebrik ediyorum. Bölücülerin stadyumu tahrik etmesi bir defa cinayettir, rezaletti. Kürt kökenli kardeşlerim başkadır, bölücü teröristler başkadır. Düşmanlık tohumu ekmeye çalışan kim varsa koparılması gereken çıban başıdır. Gelişmeler karşısında TFF’nin âtıl ve aciz kaldığı görüşlerine kulak verilmedi. Türk sporu dostluğun ve kardeşliğin vahasıdır. Futbol sahalarından kaos çıkarmayı düşünmek gelecek kuşaklara yapılacak en büyük kötülüktür. Müsamaha etmeyeceğiz, oyuna gelmeyeceğiz.”
Bu açıklamanın ardından, sosyal medyada geçmişte Diyarbakırspor olarak bilinen kulüp oyuncularına çıktıkları müsabakalarda bizzat polisler tarafından nasıl şiddet uygulandığına dair paylaşımlar yapıldı. Bu elbette öyledir. Bursa’daki nefret gösterisinin hedefi Amed sözcüğü değil. Bütün olaya Bahçeli’nin insanın beynini uyuşturan söylemi üzerinden baktığımızda, Amed diye bir yer yok ve bu olmadığı için Amedspor diye bir şey de olmayacak diyor. Bursaspor taraftarı bu noktaya far tuttuğu için kutlanıyor. Bursaspor fanatikleri, artık onlar her kimse, stadyumdaki bölücülerin tahrikine cevap veriyorlar. Bahçeli anmıyor ama verilen cevabın ne olduğunu biliyoruz. Maddi boyut sahaya atılan cisimler ve patlayıcılar ise, sembolik boyut beyaz Toros araba ve Yeşil görselleri oluyor. Bahçeli, Bursaspor fanatiklerinin Kürt kimliği üzerinden siyaset yapanlara gereken cevabı verdiklerini, geçmişte olduğu gibi şimdi de her yoldan bu siyasetin şiddetle yok edileceğini söylüyor. Etnik kimliğini ve kültürünü öne çıkarmayıp kendi aralarında dillerini konuşmakla yetinecek “Kürt kökenli kardeşler”e bir şey yapılmayacağını da duyuyoruz.
Ne oluyor burada? Bahçeli zebella devleti dillendiriyor. Bursaspor fanatiklerine, bu zebella devletin destekçileri olarak sahip çıkıyor. Devletin beyaz Toroslarla, Yeşillerle gizli kapaklı şekilde yaptığı işlerin, şimdi kitleler tarafından yapılabileceğine yeşil ışık yakıyor. Bunu şimdinin tarihine kaydetmek zorundayız. Çünkü başka sözler de olacak. Onların birbiriyle ilişkisini nesnel biçimde görebilmek zorundayız.
Neyin ne anlama geldiğini elbette her zaman konuşacağız. Fakat hangi söz hangi bağlamda kurulmuş, önceki hangi sözlere dayanıyor, hangi metinler hangi metinlere bağlanıyor, soğukkanlılıkla tespit etmemiz, görmemiz gerekiyor. Farklı bir Türkiye’yi öncelikle iyi okurlar olarak kurabiliriz.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***