Erdoğan başka imkan bırakmadığı için sosyal medya, özellikle Twitter daha çok muhalif görüşlerin seslendirildiği bir mecraya dönüştü. Akşener’in Cuma günü yaptığı hamle, sosyal medyada aktif bu muhalif cenahta neredeyse tümüyle kızgınlıkla karşılandı. Sosyal medyadaki belli başlı muhalif yankı odalarının (CHP’liler, HDP’liler, solcular, liberaller, Gülen cemaati) hemen hepsinde Akşener’in adımının Erdoğan’ın lehine bir hamle olarak değerlendirilmesine şüpheyle yaklaşanlar azınlıktaydı.
Bu girişi şu nedenle yaptım: Her partinin gayrıresmi kendi gazetecisinin olmasının ve kamuoyu tartışmalarına genellikle bu gazeteciler tarafından öncülük edilmesinin normal karşılandığı Türkiye’de tüm analizlerin aslında temenni olarak algılanmasının nedenini de anlayabiliyorum. Bu bakış açısını değiştirebilecek gücüm olmadığının farkındayım ama buna teslim olduğumda da soğukkanlı analiz yapabilme kabiliyetimi kaybedeceğimi görüyorum. O takdirde, pek çok fedakarlıkla sürdürmeye çalıştığım fikirlerimi serdetme faaliyetini devam ettirmenin benim için hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Şunu da eklemeliyim: İçinde kelimenin tam anlamıyla merkez sağ ve sosyal demokrasiyi barındıran bir siyasetin toplumu birleştirici gücüne inanan bir insan olarak İYİP’i kendime ideolojik olarak yakın hissetmiyorum. Eski bir diplomat olmam hasebiyle pek çok siyasetçiyle tanışıklığım, ayaküstü görüşmüşlüğüm, el sıkışmışlığım olmakla birlikte bugüne kadar ne Akşener’le, ne de herhangi bir İYİP yetkilisiyle, herhangi bir şekilde temasım olmadı.
İmamoğlu’nun davasının açıklandığı gün Akşener’le Kılıçdaroğlu arasında yaşanan ayrışmanın, rejim içinde büyük bir çatışmanın habercisi olduğunu hissettim ve Millet İttifakı’nın seçim öncesi dağılabileceği hususunu tüm nedenlerini sıralayarak hem yazılarımda, hem konuk olduğum programlarda dile getirdim.
Masanın dağılacağının ilk sinyali CHP kanadından gelmişti: Kılıçdaroğlu en güvendiği yardımcılarından Kuşoğlu’nu ne hikmetse Halk TV’ye veya benzeri medya organlarına değil de Hürriyet’ten Hande Fırat’a gönderip “Altılı Masa benim adaylığım için toplandı, ben aday olmazsam masa dağılır” şeklinde açıklama yaptırmıştı. Sonra İmamoğlu’nun siyasi yasaklı hale getirildiği günün sabahı Kılıçdaroğlu yine ne hikmetse Almanya’ya gitmeyi tercih ederken Akşener’in İstanbul’a gelip otobüsün üzerine çıkması vakası yaşandı. En sonunda ise CHP’li Yaşar Okuyan üzerinden geçen ay İYİP liderine Kılıçdaroğlu’nun adaylığını kabul etmezse “eldeki gizli dosyaların kullanılabileceği tehdidinde” bulunuldu.
CHP liderinin tüm stratejisi, Altılı Masa’daki diğer partileri ikna etmesi halinde, seçim tarihi iyice yaklaştığında Akşener’in masadan kalkmaya cesaret edemeyerek mecburen kendi adaylığına onay vereceği şeklindeydi. Bu zayıf bir taktik değildi ama bu arada yaşanan iki kritik gelişme Akşener’i kendisine yeni bir siyasi yol haritası çizmesi için cesaretlendirdi.
Bunlardan ilki Sinan Ateş suikasti oldu. Bu suikastin MHP yönetiminin oluruyla gerçekleştirildiği ve Erdoğan’ın cinayetin üzerinin örtülmesi için devreye girdiği hususu artık kamuoyunda neredeyse kanaat haline geldi. MHP’nin İYİP’e kayan tabanı üzerinde hakimiyetini pekiştirmek için hırçınlaşırken kontrolden çıktığı algılaması toplumda yerleşti. CHP’yle aynı cephede yer aldığı için MHP tabanından o güne kadar İYİP’e geçmeyen kritik bir kitle hareketlenmişti. Milliyetçi cenahtaki bu iç kaynamada ekonomik krizin artan şiddeti, adalet sistemine olan güvenin giderek dibe vurması ile Bahçeli’nin hastalığı ve yaşlılığı nedeniyle liderlik özelliklerini kaybetmeye başlaması etkiliydi.
Akşener’i cesaretlendiren en az ilki kadar kritik ikinci hadise ise 6 Şubat depremleri oldu. Bu depremler sonrasında Erdoğan iktidarının gösterdiği acziyetin siyasi rejimde 17 Aralık 1999 depremi sonrası yaşanılana benzer bir kırılmanın habercisi olduğunu herkes gördü. İYİP lideri, Erdoğan ve Bahçeli’nin düşme sürecine girmesiyle başsız kalmakta olan milliyetçi muhafazakar sağ seçmenin arayışları için ciddi bir alternatif olarak kendisini konumlandırabileceğini hissetti.
Akşener ekonomik kriz, Sinan Ateş suikasti ve deprem felaketi sonrasında iktidarın üst üste gösterdiği acziyetler sayesinde çıkan yeni rüzgarla yelkenlerini şişirebilmek, tüm siyasi kariyeri boyunca hedeflediği gibi milliyetçi, muhafazakar sağın liderliğine geçmek için Kılıçdaroğlu gibi bir isimle seçim meydanlarına gitmeyi yanlış buldu. Kılıçdaroğlu bugüne kadar on üç yıldır Erdoğan karşısında tüm seçimlerde yenildi. Hiç kimse kendisinin en güçlü, karizmatik bir aday olduğunu iddia etmiyor. Akşener bir orta yol formülü olarak anketlerde ilk sıraları paylaşan CHP’nin Millet İttifakı’ndan seçilmiş belediye başkanları İmamoğlu ve Yavaş’ı önerdi. Kılıçdaroğlu’nun aday olarak bir orta yol formülü yoktu, kendi adaylığını kabul ettirmeye odaklanmıştı.
Oysa özellikle İmamoğlu alternatifi olmayan bir seçenek gibi gözüküyordu. Şöyle ki bugüne kadar Türkiye’de İYİP’in temsil ettiği Türk milliyetçisi kesimle, HDP’nin temsil ettiği Kürt milliyetçisi kesimi biraraya getiren ortak bir cephe hiç olmadı. Akşener resmen olmasa bile fiilen HDP’yle aynı safta yer aldıkları için, iktidarın sahip olduğu muazzam propaganda aygıtı ve bununla milliyetçi muhafazakar seçmene etki etme gücü de hesaplandığında, seçim meydanlarında kendi tabanına arzuladığı oranda ulaşamayacağını düşündü ki bu endişesinin yersiz olduğunu kimse iddia edemez. Milliyetçi muhafazakar seçmenin kimliksel olarak kendisini karşısında konumlandırdığı iki kesim CHP ve HDP’ydi. HDP’yle fiilen müttefik olmanın yüküyle seçim meydanlarına çıkacak Akşener’den bir de CHP Genel Başkanı’nı ortak aday olarak kabul ettirmesi bekleniyordu. İşte İmamoğlu hem Kürtlerden, hem de merkez sağdan oy alabilen yapısıyla bu yükü hafifletecek bir şahsiyet olarak öne çıkıyordu. O olmayacaksa, ülkücü kökeni nedeniyle Yavaş da milliyetçi muhafazakarların hüsnü kabulüne mazhar olan bir diğer aday olarak gözüküyordu.
Seçim yaklaşırken anketlerde açıkca ortaya çıkan bir gerçek şuydu: Cumhur ve Millet İttifakları yenişememekteydi, bu nedenle HDP’nin oyları “kralı” belirleyici öneme yükselmişti. Kendilerini devletin “asıl sahibi” gören milliyetçi muhafazakarlar bakımından Kürt oylarının böylesi bir önem kazanmasını kabullenebilmek pek mümkün değildi. Kısa sürede değişmesi veya değiştirilmesi ihtimali olmayan ideolojik kabullerin getirdiği bu çaresizliğin “Elimiz mahkum, oyumuzu Erdoğan’a vereceğiz” şeklinde tecelli etmesi işten bile değildi.
İşin daha derin boyutunu önceki yazımda detaylı ele aldım. Otokratik rejimlerde iktidarın sürekliliği için güdümlü bir muhalefete ihtiyaç duyulur. CHP 15 Temmuz’dan bugüne bu tür bir rolü oynamaktan kaçınmamıştır. Erdoğan “anadan doğma” bir CHP’li olan İmamoğlu’nun adaylığından bu kadar korktuğunu bu denli belli etmişken, AKP liderinin suyuna giderek, müttefiğinizle çatışmak, hatta yolları ayırmayı göze almak pahasına o seçeneği kullanmaktan imtina etmenin gerekçesi nedir? Bu sorunun ikna edici bir cevabının olduğunu söylemek zordu. O nedenle CHP’nin güdümlü muhalefet rolünün gerektirdiğini yapmayı sürdürdüğü düşüncesini bir kalemde silip atmak mümkün değildir.
Akşener’in bu oyundan çıkma teşebbüssü yukarıda açıkladığım nedenlerin yanı sıra, milliyetçi muhafazakarların devlet bürokrasisindeki güçlü konumu ve kendilerinde Erdoğan sonrası iktidarı belirleme “imtiyazını” görmeleriyle yakından ilişkilidir.
Twitter’daki muhalif ahalinin neredeyse “şehvetle” dillendirdiği gibi Akşener’in Erdoğan’la önceden anlaştığı ve artık Cumhur ittifakına geçeceği iddiasının gerçek olabileceğine dair hiçbir işaret yoktur. Akşener böyle bir hamlenin kendisi için siyasi intihar anlamına geleceğini gayet iyi bilir. Akşener’in böyle bir yönelimi olabileceğine dair şüphe uyandıran husus, Cuma günü yaptığı “ayrılış” konuşmasındaki sert üslubu oldu. Bunun nedeninin de şu olabileceğini düşünüyorum: Altılı Masa’da İYİP’in boşalttığı koltuğa fiilen, hatta belki resmen HDP oturacaktır. Akşener seçim sürecinde rahatça milliyetçi, muhafazakar söylemler yürütebilmek ve Erdoğan’ın kendisini HDP’nin parçası olduğu bir ittifakın gizli ortağı olarak göstermesinin önünü tamamen kesmek için bu tür bir “parting shot”u, yani eski dosttan ayrılırken taş atmayı gerekli görmüş olabilir.
İYİP’in muhalif ve kızgın milliyetçi muhafazakar oyların aktığı bir mecraya dönüşmesi Erdoğan’ın seçim hesaplarını oldukça karıştırıcı bir etkide bulunacaktır. AKP lideri için Meclis’te çoğunluğu kaybetmek, cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmekle neredeyse eşdeğer haldedir. Böyle bir tek adam rejiminin, mecliste hakim olamamayı kabullenebilmesi mümkün değildir.
İşin Erdoğan tarafından daha can sıkıcı boyutu ise 10 Mart’a sadece 5-6 gün kalmış olmasıdır. Yani AKP lideri, seçim startını vermeden önce İYİP’in Akşener adaylığında üçüncü bir seçenek olarak seçime girmesi halinde muhtemel meclis aritmetiğinin ne olacağına dair verilere sahip olamayacaktır. Çünkü anketlerde halkın nabzını ölçebilmek için süre çok kısadır. Bu şartlarda Erdoğan’ın nasıl bir seçim stratejisi izleyeceğini belirlemek maksadıyla zaman kazanmak için seçimi erteleme seçeneği üzerinde durması beklenmelidir.
Şimdi çok daha iyi anlıyoruz ki 14 Mayıs’ta seçim düzenlemeye karar verdiğinde Erdoğan’ın beklentisi Millet İttifakı’nın adayının Kılıçdaroğlu olacağı şeklindeydi. Muhalif Twitter ahalisinin tüm kesimleriyle iddia ettiği gibi Erdoğan, Akşener’in masadan kalkmasından çok mutluysa veya İYİP Cumhur İttifakı’na katılacaksa bu durumda AKP liderinin hiç tereddüt etmeden 14 Mayıs’ta seçim düzenlenmesi gerekir. Bunu yapmaktan çekinmesi, rejim içi ciddi bir çatışma yaşandığına dair bu yazıda ele aldığım hususların doğru olabileceğine dalâlet edecektir.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
ÖMER MURAT
04 Mart 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***