Ertuğrul Günay*
Türkiye, deprem kuşağında bir ülke. Son yüz yılda, ölümle sonuçlanan 50’den fazla deprem yaşandı bu topraklarda. Bunların çoğunda canını yitirenlerin sayısı binlerle ifade ediliyor.
Doğu Anadolu’da, Ege’de ve Kuzey Anadolu’da bilinen fay hatları var. Bu faylardaki hareketler, sadece hat üzerinde değil, çok geniş çevrede hemen bütün yapılaşmaları etkiliyor. Nitekim son Kahramanmaraş Pazarcık ve aynı gün Elbistan merkezli iki büyük depremin (7.7 ve 7.6 şiddetinde) yıkıcı etkisi Adana’ya kadar uzanırken, sarsıntı doğu Karadeniz kıyılarında dahi hissedildi.
Tehlike bu kadar bilinir ve ağır bedeller ödenen vahim sonuçları sürekli yaşanırken, Türkiye, bu doğal tehditlere karşı yeterince önlem almayı bir türlü beceremiyor, başaramıyor.
Her depremde, önce, yaralarımızı sarmak için milletçe seferber oluyoruz. Eş zamanlı olarak konunun uzmanları medyada, iletişim mecralarında eksiklerimizi, alınması gereken (çoğu da alınmayan) önlemleri uzun uzun anlatıyor. Başta basın mensupları, hepimiz bir süre deprem uzmanı, yer bilimci kesiliyoruz.
Yıkılan yapılarda ağır sorumluluğu görülen birkaç yüklenici (müteahhit) hakkında, -biraz da kamuoyunu sakinleştirmek için- sözde soruşturmalar, davalar açılıyor. Nasıl sonuçlandığını bilmiyoruz; çünkü takip etmiyoruz.
Sonra ateş düştüğü yeri yakmakla kalıyor; külleniyor. Hepimiz, bir sonraki depreme kadar başka konularla uğraşmaya, didişmeye, birbirimizi haksız çıkarmak üzerinde yoğunlaşan siyasi kavgalarımızda boğuşmaya dalıp gidiyoruz.
Ağustos 1999’da Gölcük ve aynı yıl Kasım’da Bolu depremlerinde 20 binden fazla yurttaşımız öldü. Türkiye, yirmi yıldan önce yaşanan bu felaketin acılarını hala anımsıyor. Deprem sırasında ve sonrasında bu sınavdan yüz akıyla çıkan sadece insanlar oldu. Tek tek ve toplu olarak nice insan arama kurtarma çalışmalarından korumaya, barınmaya kadar her konuda özveriyle koştu, yardımcı oldu.
Devlet, yok denecek kadar çaresiz, beceriksiz, örgütsüz durumdaydı.
Yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra yaşadığımız bu yeni felakette durum çok farklı değil.
Depremlerde nice acılar yaşamış bir ülkede yapılaşma konusunda alınması gereken önlemlerin hemen hiç biri alınmamış. Eski ve depreme dayanıksız olduğu belirlenen yapılar, kullanımlarına son verilmediği için enkaz yığınına dönmüş. Yeni yapıların önemli bir kısmı deprem yönetmeliğine uygun yapılmamış. Yıkılan yapılar arasında kamu yapıları, hastaneler bile var.
Bütün ülke ve komşularımızdan başlayarak bütün dünya -99’daki gibi- yardıma koşarken, devlet yine geç, çaresiz, örgütsüz ve şaşkındı.
On il merkezi ve birçok ilçe ve sayısız yerleşim yerini kapsayan büyük felaket karşısında, bölgede (Malatya’da) bir ordu merkezi de olan TSK, ilk iki gün ancak 3500 askerle sahaya inebildi. Başlangıçtaki bu ‘yığınak hatası’ birçok temel hizmette gecikmeye ve hırsızlık, yağmacılık gibi güvenlik sorunlarına yol açtı.
Kızılay, birinci gün bütün yıkım alanlarına ulaşıldığını söylerken, depremzedeler, bir hafta boyunca hala ulaşılamayan yerler olduğundan yakındı. AFAD, yetersiz, ehliyetsiz yönetim kadrolarıyla eleştirilerin merkezinde yer alıyor. Kızılay’ın ve AFAD’ın ilk yükümlülükleri arasında olan çadır, seyyar mutfak, su, tuvalet, jeneratör gibi konular onuncu günde hala büyük eksiklikler arasında.
Türkiye, yaşadıklarından ders çıkarmayı bilmeyen bir ülke.
99 Depremi’nde karşılaştığımız vahim sorunlara karşın, alınması gereken önlemleri almamış olmanın bağışlanabilir yanı yok; olağan akılla izahı da mümkün değil. İstanbul başta olmak üzere birçok kentte yıkılması gereken çok sayıda bina yıkılmadığı gibi, yeni yapılan binaların çoğu da özensiz. ‘Depreme Dayanıklı’ ilanlarıyla pazarlanan modern (! ) sitelerin çöküntü görüntülerini, günlerdir dehşetle izliyoruz.
Siyasi iktidarlar, -her dönemde-, biraz gelir, daha çok da oy kaygısıyla sürekli imar afları çıkarıp rant arsızı kişi ve kurumların yolsuzluklarıyla ortaklaşıyor. Deprem kuşağındaki ülkede yerleşimler, jeoloji biliminin verileri göz ardı edilerek yapılıyor. Üstelik bu sorunlu yerleşim alanlarında yapılar, çoğu kez yeterli zemin incelemeleri yapılmadan, uzman raporları alınmadan ya da raporların uyarıları dikkate alınmadan inşa ediliyor.
Yerleşim ve yapılaşmadaki eksiklik ve aksaklıklar bununla da bitmiyor.
Uygulama sürecinde de sorunlar, ihmaller, suistimaller birbirini kovalıyor. Yapılaşma sürecini sözde arazi sahibi adına denetlemekle yükümlü yapı denetim görevlilerinin ücretini yüklenici ödüyor. Böylece denetçi, bağımsız bir denetim elemanı olmaktan çıkıyor, yüklenicinin ücretli çalışanı haline geliyor.
Yapı denetim birimlerini bulunmadığı yerlerde belediyeler her türlü denetimle yetkili ve sorumlu. Belediyeler bu görevlerini, en masumu eleman yetersizliğinden, yahut siyasi kaygılarla, çoğu kez de belediyeye maddi yardım yahut kişisel menfaat karşılığında yeterince yerine getirmiyor, görmezden geliyor.
Ülke düzeyinde çarpık, çirkin, sağlıksız yapılaşmanın ilk sorumlusu elbette önce siyaset kurumu, özellikle de iktidar; onun yanında hem siyasi ve hem de hukuki sorumluları, imar, çevre, yerleşim, kentleşme konularından sorumlu Bakanlık birimleri ve belediyeler.
Belediyeler için imar konuları haksız ve abartılı gelir ve kişisel zenginleşme kapısı. Aday tespitlerinde partilerin başkan adaylarının genel merkezlerine çantayla para taşıdıklarına ilişkin söylentilerin yahut el kadar belediye seçimlerinde bile abartılı harcama görüntülerinin asılsız ve masum olmadığı buradan bakınca daha iyi anlaşılıyor.
Şimdiye kadar, deprem sonrası sorumluluklar yüklenicilerle (müteahhitlerle) sınırlandı; hemen sadece onlar soruşturma ve kovuşturmaya muhatap oldular. Bir yapının proje ve uygulamasındaki kurallara aykırılıklardan en başta yapı işini yüklenenlerin sorumlu tutulması elbette doğal ve kaçınılmaz.
Ancak, yapı denetim, belediye ve bakanlık birimleri denetim görevlerini hakkıyla yapsa, yüklenicinin kurallara aykırı proje, projeye aykırı inşaat yapması, sorunlu ve eksik malzeme kullanması mümkün olabilir mi?
Bu açıdan, sağlıksız ve çarpık yapılaşma bir ya da birkaç kişinin aç gözlülüğünün, arsızlık ve hırsızlığının sonucu değil; yerel ve merkezi yetkililerin de ihmalinin, görevlerini kötüye kullanmalarının, hatta bazen kasıtlı olabileceklerini düşündüren duyarsız ve çıkarcı davranışlarının sonucudur.
Önceki yıllarda deprem yıkımları hukuk açısından ciddi soruşturmaların konusu olmadı.
1999 depreminin on binlerin ölümüne yol açan vahim sonuçlarından sonra bazı site yahut apartman yüklenicileri hakkında davalar açıldı. Açılan davaların bir kısmı, -sorumluluk depremin şiddetine bağlanarak- beraatle sonuçlandı. Bir kısmı, itirazlarla uzayıp giden bilirkişi incelemeleri, bulunamayan sanıklar ve başka çeşitli gerekçelerle zaman aşımına uğratıldı. İbret olsun cümlesinden mahkum edilen bir kaç sanık, infaz yasalarıyla kısa sürede hapisten kurtuldu, yine inşaatçılığa devam ettikleri söyleniyor.
DAVALAR SADECE MÜTEAHHİTLERLE SINIRLI TUTULMAMALI
Bu davaların hem yalnızca müteahhitlerle sınırlı tutulması, hem de ‘tedbirsizlik – dikkatsizlik’ gibi unsurlarla tanımlanan ‘taksirli suçlar’ kapsamında görülmesi, sorumluluğun kapsamı ve yaptırımın ölçüsü açısından doğru değil; nitekim önceki yargılamalardan beklenen caydırıcı sonuç da, bu yüzden elde edilemedi.
Soruşturmaların, baştan beri anlatmaya çalıştığım gibi, proje safhasından iskan ruhsatına kadar tüm aşamalarıyla ilgili bütün denetim birimlerini ve elemanlarını kapsaması gerekiyor.
Uygun olmayan yerlerde yerleşime ve uygunsuz projelere yol ve onay veren Bakanlıklar ve Belediyeler de bu sorumluluğa mutlaka ortak edilmeli.
Öte yandan, soruşturma ve yargılamalar, ceza hukukunun ‘taksir’ (kusur) gibi basit sorumluluk hükümleriyle değil, ‘bilinçli taksir’ hatta ‘olası kast’ gibi daha ağır ve etkili sorumluluk hükümleriyle yürütülmeli.
Uygun olmayan araziye yapılan binanın, yahut eksik demir ve çimento kullanarak yapılan koca yapıların, deprem bölgesinde ‘katliam’ boyutlarında ölümlere neden olabileceği bilinirken, ‘tedbirsizlik-dikkatsizlik’ diye, basit bir trafik kazası gibi cezalandırılması kesinlikle kabul edilemez.
6 Şubat depreminde canını yitirenlerin sayısı on binleri aştı; nereye varacağını bilmiyoruz. Yıkımın boyutları ve enkazın içinden sağ ve yaralı çıkabilenlerin sayısı, enkaz altında canını yitirenlerin sayısının çok daha büyük olabileceği kaygılarına yol açıyor. İl, ilçe ve sayısız yerleşim alanına yayılan maddi hasar, telafisi yıllarca sürecek bir başka büyük sorun.
Bilim insanları, depremin yaşandığı bölgede, aynı fay uzantısı ve çevresinde yeni depremlerin olabileceği konusunda uyarılar yapıyor. Ege’de, Kuzey Anadolu hattında ve özellikle İstanbul’da ‘tehlike kapımızda’.
Bu ortamda umarım, yönetimden sorumlu olanlar ve olacaklar, çılgın, uçuk, gereksiz proje inatlaşmalarından ve yolsuzlukları ödüllendirme anlamı taşıyan imar affı gibi suç ortaklılarından vazgeçer ve kaynakların tüm önceliğini depreme karşı alınması gereken önlemlere, çevrenin ve doğanın korunmasına verirler.
Bunca musibetten bir nasihat çıkarmayı başaramayanların, ülkeyi yönetmeye hakkı yoktur.
*Hukukçu, eski Kültür ve Turizm Bakanı
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***