Koltuklara sürülen zamklar eğer kuvvetli bir yapıştırıcıysa çözülmeleri için uğraşmak gerekiyor; mesela aseton, sıcak tuzlu su, karbonatlı karışım gibi maddelerin işe yarayabileceği söyleniyor. Daha kuvvetli kimyasallar kullanmak da mümkün. Güçlü kimyasalların tek sorunu koltuğun yüzeyi ile bedenin arka kısmını ayırırken deriye zarar verme riskinin olması. Elbette en ideali, bir yerde uzun oturmamak ya da oturulan yere yapışmamak. Bir kere yapışıldı mı ayrılma işleminde bir biçimde hasar görülmesi kaçınılmaz, biz buna uzun oturmanın bedeli diyelim.
Aslında yanlış kurulmuş bütün bağlantıların, ilişkilerin fazla uzamış halinin finali biraz sıkıntılı. Vaktinde kalkıp gitmeyi bilmekten daha iyi bir özellik yok. Bir misafirlik için de geçerli bu, artık gevşemiş bağların ayağa dolandığı ilişkiler için de, bir kurumdaki pozisyonlar için de. İnsanın kaldıkça kalası geliyor diye bir hastalık var mı bilmiyorum, oturdukça oturası gelmek, yönettikçe yönetesi gelmek gibi birtakım hastalıklar var ki teşhisine aşina olmasak da semptomlarına ve sonuçlarına alışkınız.
Sanki dünyada yapacak başka şey yokmuş gibi bir yerde durma ısrarı. Sebep? Git azcık da başka yerde dur, doğanın bütün döngüsü bunu sana öğretmek için var, gün doğuyor, sonra batıyor, mevsimler değişiyor, hiçbir şey aynı kalmıyor ama sen aynı yerde hep durayım diyorsun. Sebep? Bütün dünyevi işleri organize etmenin, yürütmenin bir mantığı var, en önemlisi de bir sonsuzluk vaadinin olmayışı. Bir projeyi yaparsın, biter. Bir işi tamamlarsın, bir yerde okursun, yönetici olursun, başkan olursun, biter. Bunların hiçbiri döngüsel bir karaktere sahip değildir, süreçseldir, herkes bir süreliğine bir işin ucundan tutmuştur, sonra gitme vakti geldiğini zaten bilir. Ölene kadar bir yerde çalışılmaz, yaşlanana kadar misafirlikte oturulmaz, artık birileri esniyorsa kibarca veda edilir.
SİZE TUHAF GELMİYOR MU?
Size, -yani oturduğu yerden, durduğu yerden bir milim ilerleyemeyenler- size de tuhaf gelmiyor mu bu. Gitmeyi bilmemek, kalacağım diye ısrar etmek, hiç tuhafınıza gitmiyor mu?
Bu türlerde en hayranlık duyduğum özelliklerden biri sıkıntı nedir bilmeyişleri. Ben çalışırken bir koltukta fazla oturursam içime fenalık gelir, bir yerde konuşma uzasa çok sıkılırım, hatta kendimden sıkılırım. İnsan kendinden sıkılmaz mı? Sürekli benzer şeyleri, sırasını değiştirerek söylemekten, benzer açıklamaları yapmaktan ve bu rutine eğlence katmak için bol miktarda tahrifat yaparak süreci kırılmaya uğratmaktan ve gittikçe bu tahrifatların da bir rutine oturmasından, gerçekten sıkılmaz mı?
Hepimize fenalık geldi, gelip de gitmeyenlerden. Bu sonsuz hizmet aşkından, bitmeyen yönetme arzusundan, değişmeyen belediye başkanlarından, yöneticilerden, apartman yöneticilerinden hepsinden fenalık geldi. Bir duvar yazısı vardı, “mahallecek aşka inanmıyoruz” diye. O hesap milletçe bu aşka inanmıyoruz, bezdik sizin bu heveskar sahteliğinizden, istemiyoruz. Hatta sevilmek, yönetilmek, azarlanmak hiçbirini istemiyoruz.
Milletçe oturduğumuz yere geldiler, ayakkabılarını çıkarmadan iç odalarımıza daldılar, ne istediğimizi bize sormadan şehirler inşa ettiler ve bizi manzaraya iliştirdiler. İstemiyoruz. İyiliğimizi istemenizden, adımıza karar vermenizden, bize sormadan ağaçlarımızı kesip, topraklarımızı kurutmanızdan bezdik. Kentlerimizi bize yabancı hale getirmenizden, avm’lerinizden plazalarınızdan, çocuklarımızın oynadığı parkları otopark yapmanızdan hepsinden bezdik. Bizi bize rağmen sevmenizden hiç hoşlanmıyoruz, yurt bellediğimiz yerlere miras yoluyla elde ettiğiniz çiftlikler gibi bakmanızdan hiç hoşlanmıyoruz. İç odalarımıza kirli ayakkabılarınızla girmenizden ve asıl görevi bize hizmet etmek olanların, bize parya gibi davranmasından hiç hoşlanmıyoruz.
Tamam kabul, biz de hatalıyız. Milletçe yönetici ve iktidar seviyoruz. Nerede bir müdür, başkan, rektör görsek ona bir meslektaştan fazlası gibi davranıyoruz. Girişleri, çıkışları, oturuşları ve kalkışları törensi olsun diye çabalıyoruz. O kadar fazla davranıyoruz ki gelenin gidesi gelmediği gibi, kendini gerçekten diğer yurttaşlardan başka biri sanmaya başlıyor.
ÇOK SIKILDIK
Biz de hatalıyız. Sıradan işlerden aşkınlık üretmeye bayılıyoruz, bize gücünü gösterenler, kendilerini yüce varlıklar sansınlar diye her şeyi yapıyoruz. Niye yapıyoruz dayak yiye yiye bir saygınlığı kalmayan sevgili halklar? Niye şu yalın akışın gerçekliğini, geçip gidişin güzelliğini hiç kavramıyoruz da hep kalıcılık peşinde koşuyoruz. Niye bir ülkede kardeş gibi yaşamanın koşullarını tartışmıyoruz da bu gelince gitmek bilmeyenlerin kurgusuna kendi boyutumuzda yakıt sağlıyoruz? Başımıza gelmeyen felaket kalmadığı halde, niye başka bir yoldan ortak bir çözüm aramıyoruz?
Büyük şeylere bazen hiç gerek yoktur, büyük sözlere, haykırışlara, hiç gerek yoktur. Onları biriktikçe katmerlenen acılarımıza saklayalım. Doğru gömülmemiş ölülerimize saklayalım. Bazı çığlıkları bir yıkımın içinden geçen kanlı nehirlere saklayalım. Biz kendi ölülerimizi kaldırıp, kendi yasımızı tutacağımız için, ortak acının paylaşılmasını kendimize saklayalım. Biz sivilleştikçe, yeryüzü haklarımızı talep etmeyi öğrendikçe yerleri daralacak gelip de gitmek bilmeyenlerin. Hep birlikte bağırıyoruz: Yeter, çok sıkıldık, sizi şu tarafa alalım!
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***