Meliha Yıldız
Uyuyordum. Bir uğultuyla uyandım. Daha önce hiç duymadığım bir ses. Ne olduğunu anlamadım. Ayağa kalktım pencereye doğru yürüdüm. Neden pencereye yürüdüğümü de bilmiyorum. Zikzaklar çizerek pencereye ulaşmaya çalışıyorum. Sonra bir çatırtı duydum, insan çığlıkları…
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, gözümü açtım karanlık bir yerdeyim. Kıpırdayamıyorum. Ayakta dik duruyorum. Bir tek sağ kolum hareket ettirebiliyorum. Ayakta gömülmüşüm sanki. Başımda bir ıslaklık var. Kokluyorum. Kan… Karanlık, havasız bir yer. Öldüm mü acaba? Ölsem kan kokusu alamazdım herhalde. Her yerim ağrıyor. Bacaklarımı hissetmiyorum. Üşüyorum…
Uzaktan insan sesleri geliyor, tanımadığım isimleri sesleniyorlar. Beton yığınları arasında evlerini bulmaya çalışıyorlar, sevdiklerini arıyorlar. Betonları kaldırmayı deniyorlar, çaresizce. Zamanları olsa tırnaklarıyla kazıyarak çıkaracaklar sevdiklerini …
Yardım için bir yerleri arıyorlar. Cevap yok… Arıyorlar “Geleceğiz!” … Arıyorlar “Yollar kapalı!”… Arıyorlar, arıyorlar, arıyorlar… Hayatlarında ilk defa yalvarıyorlar. Hayatlarında ilk defa bu kadar çaresizler. Sevdiğinin yaşaması onun ellerinde, bir şeyler yapmazsa sanki katil o olacak…
Gece mi gündüz mü bilmiyorum. Burada zaman yavaş mı akıyor hızlı mı bilmiyorum. Uyudum mu, bilincim hep açık mıydı bilmiyorum. Daha rahat hareket edebilir miyim diye beni sıkıştıran şeyi itmeye çalışırken elime bir kırlent geliyor. Bizim eve ait değil bu. Kimin kırlenti? Kimin evindeyim ben? Ev diye bir şey mi kaldı?
Bağırıyorum ama kafama bir kutu geçirilmiş gibi sesim yükselmiyor, içerde kalıyor. Hiçbir cevap gelmiyor. Bağırdıkça gücüm, umudum tükeniyor. Ben onları duyuyorum onlar neden beni duymuyor?
Başımdaki kan kurumuş. Zaman geçmiş demekki… Ne kadar zaman geçti? Yeniden deprem oluyor. Bunlar artçı mı? Her artçıda dahada aşağıya iniyorum. Artçılar yemek borusu gibi yavaş yavaş beni depremin midesine çekiyor. Hala nefes alabiliyorum ama zor.
Başka enkazlarda vinçler var. Sevenleri kendi aralarında para toplayıp vinç kiralamışlar. Bir enkazda da afet görevlileri çalışıyor. Valinin tanıdıklarını çıkarmaya çalışıyorlar.
Farklı dillerden dinlerden kurtarma ekipleri gelmiş. Birbirine düşman halklarda dahil. Ölüm herkesi eşit kılmış, farklılıklar ortadan kalkmış.
Bulunduğum enkazda, insanlar sağdan soldan buldukları demir çubuklarla betonları kaldırmaya çalışıyor. Bizim enkazdan birinin sağ çıkması imkansız diye düşünürken, bir bebeğe ulaşılıyor. Bebek gülümsüyor, nedendir bilinmez. Kurtaranlar ya ağlıyor ya ağlamaklı. O kadar duygusallar ki bebeği şu anda onlar doğurmuş gibi…
Elden ele battaniyenin içinde uzatıyorlar bebeği. Annesi babası sağ mı ? Çok kısa sürüyor bebeğin kurtuluş sevinci. Sonra binlerce kaygı, korku… Bundan sonraki hayatı nasıl devam edecek? Bir akrabanın yanında öksüz büyümek ya da bir yetiştirme yurdunda büyümek… Acılardan acı beğeniyorsun.
Elden ele uzatmaya devam ediyorlar bebeği. En sonunda “ben akrabasıyım” diyen biri alıp koşmaya başlıyor. Bebeği alan kim? Öksüz olmaktan daha beter işler gelmesin bebeğin başına. 17 Ağustos depreminde çocuğu kaybolan annelerin anlattıkları geliyor aklıma…
ÜŞÜYORUM
Vücudumda ağrı hissetmiyorum artık, çünkü vücudumu hissetmiyorum. Bilincim açık. Buradaki her an hücrelerime kazınıyor. Unutmakta istemiyorum, dışarı çıkınca anlatacağım her şeyi. Bir daha hiçbir insan bunu yaşamasın diye.
Sevdiklerimi düşünüyorum. Bir daha onları göremeyecek olmak kalbimi acıtıyor. Onlara veremediklerim… Ağlıyorum… Sevmediklerim… Bize zarar veren ilişkilerde kaybedilen zaman ve umut… Bunun kaçınılmazlığı… Pişmanlıklarım, yapamadıklarım, yapmak istediklerim. Şimdiye kadar hayatta kalmamı sağlayanlar yine hayata bağlayacak mı beni?
Dışarı çıkınca neler yapacağımı düşünüyorum. O kadar çok ki… Hepsini düşünmeye zaman yok. Belkide var… Beni bulmalarını beklerken yapacaklarımı hayal etmek belki en iyisi. En çok yapmak istediğim temiz bir hava almak. Bağıramıyorum artık. Ağzım kurudu susuzluktan. Tek yapabileceğim beni bulmaları için beklemek. Üşüyorum…
Ben burada beklerken dışarıda, anlaşılmaz şeyler oluyor. Eczaneden ilaç çalan (alan) insanlara işkence ediliyor. Hatta öldürülüyor, yağma yaptıkları için. Aynı yerde bir insanı hayatta tutmak için onlarca insan, saatlerce çalışırken bir taraftan insanlar vuruluyor.
Yağmacılar var tabi ki. Devletten ulaşıyorlar deprem bölgesine. Devlet desteği çok geç geliyor zaten. Bilmediklerini, beceremediklerini düşünüyoruz en iyi niyetle. Neden geç geldiler sebeplerini tek tek sıralayabiliriz ama bu kötülüğü kabul etmeye cesaretimiz yok. Helede her saniye onlarca insan kaybediyorken.
İyilikte kötülük gibi inanılmaz güçlü şimdi. Bütün malı mülkü evindeki üç beş eşyası olan insanların “şimdi orada daha çok ihtiyaç var” diye elindekini deprem bölgesine göndermesi…
İyiliğin gücü yetmiyor kötülüğe… Üşümekten yoruldum, uykum geliyor. Uyanamazsam unutmayın buradaki insanları. Ölmeselerde hayatları hep bir enkazın altında geçecek. Unutmayın!
Unutmayın! Türkiye’nin hemen her yerinde böyle bir deprem olabilir. Biz aslında bu depremde nasıl öldürüleceğimizi izledik.
Meliha Yıldız: 1975’te, cinsel istismar da dâhil birçok ihmal ve olumsuzluğun yaşandığı bir evde doğdu. Kırk dört yaşına geldiğinde, bir video-röportajla yaşadığı cinsel istismarı anlattı, bu onun için mağdurluktan aktivistliğe giden yolculuğun başlangıcı oldu. Türkiye’de, aile içi cinsel istismarın “mağdur” tarafından anlatıldığı ilk kitap olan Kutsal Tecrit’i 2021 yılında yazdı. Çocuğun cinsel istismarıyla ilgili yaptığı çalışmaları https://melihayildiz.org/ sitesinde paylaşmaya devam ediyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***