Baştan belirtmem gerekir ki, doğrudur, bu bir koltuk QB’liği* denemesidir. Başka deyişle, alanda her şeylerini bir yana bırakarak depremzedeye yardıma koşan tanıdığımız tanımadığımız her bir yurttaşımıza şükran borçluyuz ve bu borç ödenmez. Yerlisiyle yabancısıyla bir ekmek taşıyanın o tozlu eli, enkazdan bir taş kaldıranın o tertemiz alnı öpülür. Erbil’de Kürtlerden öğrendiğim deyimle onları Allah var etsin. Ne muratları varsa versin. Çok örnek aktarabilirim ama birini anlatsam diğerinin hatırı kalır. Onlar bizim yürüyen asalet abidelerimiz, her birini en halisane muhabbetle kucaklıyorum.
Aynı zamanda sanıyorum aklın yolu da birdir ve görünen köy kılavuz istemez. Şimdi oturdukları yerlerinde kalan benim gibiler ve özellikle afet yönetme sorumluluğu olanlar için de kendimizi iyi hissetmek yerine acı da olsa akılcılık, sağduyu ve soğukkanlılığı kısa erimde öne çıkarmak zorunludur. Uzun erimdeyse kalıcı dönüşüm kaçınılmazdır. Mükemmel iyinin düşmanıdır ama aynı zamanda çabuk ile acele de aynı şey değildir. İkincisinden kaçınmak gerekirken afallamak değil davranmak gerekir.
KISA ERİMDE
Kendimizden başlayalım. Medyanın odağı, can arama kurtarmadan enkaz kaldırmaya geçişle birlikte artık kahramanlık ve mucizevi kurtuluş anlatıları değil devletin yani tek adam rejiminin ilk andan yetersizliğinin sorgulanması, yurttaşlarımızın enkaz altında nasıl en korkunç ve çaresiz biçimde can verdikleri, yıkımın özellikle kuşbakışı çekimlerle olağanüstü boyutlarını yüzümüze çarparcasına en çıplak haliyle işlemek olmalı. Sivil toplumun örgütlü mücadelesini yansıtmayı da ihmal etmeyerek. Öncelik moral vermek değil adeta ensemizden tutup “buraya bak, bak da gör ve uyan artık” demek. Lirik olmaya öykünen değil somut veriyi duygusuzca aktaran bir dil benimsemek.
Yıkımı bakımından Hiroşima+Nagazaki boyutunu aşan bir ikiz deprem felaketiyle karşı karşıyayken İstiklal Caddesi’nde yeni bir bomba patlamış da onu ele alıyormuş gibi yapamayız. Yalnızca sağaltıcı yas için bile olsa hafıza beslenmeli. Yıkılan, onarılamaz duruma gelen yapıların, enkaz altında kalan insanların sayısı ve bunun açıklanan kayıp sayısıyla karşılaştırması, yeniden imarın gerektirdiği tutarın büyüklüğü ve anlamı açık açık ve durmaksızın anlatılmalı.
Seçimler 14 Mayıs’ta olamıyorsa en geç ilk planlanan zamanı olan 18 Haziran’da mutlaka yapılmalı. O güne dek siyaseten hazret -deyim yerindeyse- insan içine çıkamaz hale ge(tiri)lmeli ve yancısı müptezellerin kifayetsiz muhterislikleri de sürekli ve alabildiğine teşhir edilmeli. Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi TBMM çalışmasına asla ara vermemeli. Tan elbet ağaracaksa şimdi bu karanlık gecede siyaset zamanı, siyaset o karanlıkta bir kibrit çakmak demek.
Soylu ne derse desin asayişte sıkıntı olduğu açık. Yoksa Erdoğan neden OHAL gerekçesi olarak önce güvenliği saysın? Yoksa neden Bozdağ çıkıp kovuşturulan vaka sayısını marifetmiş gibi aktarmak hissetsin? Sorun ancak ordunun yaygın biçimde alana çıkmasıyla çözülür. Orada da bakıyorsunuz, gerçekten inanılır gibi değil ama jandarma erleri damperli kamyon kasasında sevk ediliyor. Başka yeterli sayıda donanımlı ve eğitimli insan gücü yok, TSK’nın mıntıka güvenliğini alması şart. İstanbul’da her köşe başına otobüs otobüs konuşlandırılan EGM Çevik Kuvvet nerede?
Cenazelerin defni hem insani hem hijyenik ödev. Hijyen için enkaz kaldırma aşamasına son candan da umut kesilir kesilmez başlanması zorunlu. Ancak hem cenazelerin kimlik tespiti, hem delil karartmanın engellenmesi içinse elde ne kadar savcı varsa alanda geçici görevlendirilmeli. Bu yönetilmek zorunda olunan bir çelişki.
Salgın hastalıkların başlamasının önlenmesi özellikle bünyeleri daha kırılgan yaşlı ve çocuklar öncelenerek sağlanmalı. Hipotermiden öldüren soğuklar bu defa halk ağzıyla “mikrobu kırarak” koruyucu iş de görüyor. Hamile kadınlar alandan uzaklaştırılmalı. Aşı kampanyası başlamalı. Solunum yoluyla bulaşan hastalıklardan kaçınmak için çadırlarda üst üste alt alta uzun süre barınma uygun değil. Toplanamayan çöpler büyük tehdit. Konteyner kentler su, elektrik, kanalizasyon altyapısıyla hiç yoktan geçici tuvaletleriyle birlikte süratle kurulmalı.
Öyleyse hem oteller hem yolcu gemileri en akla yatkın geçici alan dışı/kenarı çözüm. Bu yıl taziye evinde konuk eğleyecek değiliz. Bu turizm sezonu da sıfır çekiverelim. Ne kadar otel varsa depremzedenin kullanımına açalım. Gönüllü olmayan için de yasal “istimval” gereci (geçici olarak kamu tarafından el koyma) bu günler için var. Tek imzaysa, tek imza değil mi?
Zaten pandemi darbesini yemiş üniversite öğrencisi gençlerimizi gözetelim. Bu yanlıştan hemen dönülmeli, okullar açılmalı. Depremzede bölgeden öğrenciler yurtiçi ve şimdiden kimileri en prestijliler olmak üzere gönüllü olan yurtdışındaki üniversitelere serpiştirilmeli.
Başta TTB’nin, belki nihayet TSK’nin sahra hastaneleri yaşamsal önemde. Yurtdışından da (Fransa gibi) geliyor. Sayıları artmalı. Bu bağlamda ABD uçak gemisinden, İspanya ve İtalya’nın (bizim TCG Anadolu benzeri) amfibi hücum gemilerinden olası işgal kaygısıyla ürkenleri de asabiye acil servislerine mi sevk etmeli bilemiyorum.
Etkin afet yönetimi için algoritma ile haritayı birleştirecek yazılım gerekiyor. TUSAŞ gibi kamu, BAYKAR gibi özel girişimle herhalde bu imkân ve kabiliyet bizde vardır. Yoksa üretilmeli ve bütünleşik işlevsel çözüm bulunmalı. Bunun peşine de önde gelen lojistik ve gıda dağıtım şirketleri de keza mümkün tüm imkân ve kabiliyetlerini o tasarlanan çözümün alanda uygulanması için seferber etmeli.
İletişim sorunun çözümü odanın ortasında duran fil gibi TürkTelekom, Turkcell ve Vodaphone şirketlerine bakıyor. Haydi!
Ne yapılırsa yapılsın mutlaka kaydadeğer ölçekte iç ve belirli bir ölçüde düzensiz dış göç olacaktır. Yasaklamakla olacak değil. Adres belli: İstanbul. Hangi İstanbul? Yerbilimci Prof. Dr. Pampal’a göre “Kuzey Anadolu fayı dünya ölçeğinde en önemli, en diri, deprem yaratan faylardan biri. 1939 Erzincan depreminden sonra 10’un üzerinde 7’den büyük yıkıcı etki yapan deprem üretti. Doğudan başladı, batıya şu anda İstanbul’un Avrupa yakasının hemen güneyinde kıyıya 15 kilometre mesafede 1866’da kırılan Orta Marmara fayına kadar geldi. Bu fay da kırılmak için bekliyor.”
Birileri gelirken başkaları gidecek. Yalnızca Hatay’da değil İstanbul’da da Suriyeliler konukluklarının sonuna geldiklerini karayele dönen havadan kendileri de anlamıştır. İstenildiği kadar ırkçılık, faşizm, yabancı düşmanlığı denilsin. Aksi takdirde yeni bir deprem gibi o barut fıçısının da yüzümüze ne zaman patlayacağı kestirilemez. Ayrıca Akşener haklı, başta Hatay yabancılara mülk satışı derhal yasaklanmalı.
TMMOB işin içine sokulmazsa, iktidardaki siyasal ömürleri istismar üzerine kurulmuş hasar tespit tasnifine güvenecek yurttaş çıkacağını sanmam. TMMOB’un birikiminden yararlanılmalı.
Cem Yılmaz, Ata Demirer, Şahan Gökbakar vb. ulusal değerlerimiz şimdi değilse de gelecek aylarda “Yüzünüzü Güldürmeye Geldik” gibi bir kampanyaya özellikle çocukları düşünerek depremzede bölgede girişebilir. Sanat camiamız kuşkusuz daha iyisini, güzelini kendileri yaratacaklar, bileceklerdir.
ORTA ERİMDE
Mevcut yönetimden herhangi bir hayır veya akıl beklenmeyeceği ortada. Ama seçimden sonra orta erimde Şili** başta ve Japonya örneği de dahil olmak üzere mevzuat ve sil-baştan kurumlar işi de uzatmadan tıpkı en bilinen örnekte Atatürk’ün Medeni Kanun’u doğrudan İsviçre’den uyarlaması gibi, sıfırdan ve süratle getirilip sabitlenebilir.
Önceki deprem yazımda değindiğim “süper kurum” düşüncesini geliştirerek depremzede on ilimizden her biri dost bir ülkeyle evlendirebilir, eşleştirilebilir. Hangileri olabileceğini de kafadan önerelim: ABD, Kanada, Japonya, Kore, Almanya, İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya, Hollanda (3 Benelux ülkesi bir arada), Norveç (4 İskandinav ve 3 Baltık bir arada) ve belki bunlara ek olarak Polonya ile Yunanistan. Bunlar hem birbirleriyle hayırda yarıştırılabilir, hem bir yılın ardından yahut proje bitiminde arkalarında birer hastane, birer (yönetimi/öğretimi de onlara bırakılmak üzere) ilkokuldan liseye yatılı okul ve onar kişilik birer teknik sorumlu ekip bırakmaları koşulu getirilebilir***.
Özellikle karot almadan bir anlamda ön-denetimi zorunlu kılmak için başta İstanbul süratle yeni bir yapılanmaya gidilebilir.
Hariciye, askeriye, istihbarat, siyaset hatta toplumun tamamına yayılmış Batı düşmanı komplocu kültür bitecek. İş yapılmasına olanak tanımayan “evet efendimci”, “emredersiniz beyefendici”, protokol ve şatafatı, süreci işin kendinden öne koyan “kuvvet mesafesi” (“power distance”) kalkacak.
Seçimden sonra tüm politikalar depreme hazırlık ve on depremzede ilin kalkınması ekseninde örülecek. Artık birinci ikinci üçüncü öncelik gelecek çeyrek yüzyıl için bu olacaktır. Her şey aynı anda olamayacağına göre pek çok şeyden, iddiadan vb. vazgeçilecektir. Çok da hayırlı olacaktır.
SİYASAL SONUÇ
Ezcümle, Ruşen Çakır’ın yazdığı üzere “asrın felaketinin Erdoğan’ın siyasi hayatının jübilesi anlamına gelme ihtimali çok yüksek ve muhtemelen bundan böyle kendi hep 6 Şubat 2023 depremiyle birlikte anılacak.” Ve TİP Genel Başkanı Baş’ın Antakya’dan KRT TV’ye verdiği söyleşide dile getirdiği gibi “asrın felaketi bu iktidardır.”
Bitmedi. Ama artık bu iktidar için 20 küsur yıllık eğlence bitti, şimdi hesap zamanı. Enkaz altında kalmasından yegâne memnuniyet duyduğumuz şey kutuplaşma. Ve şu da doğru, aynayı kendimize de tutalım: Bu toplu cinayet gelirken “hepimiz oradaydık.” Öyle de hukuktaki “müteselsil mesuliyet” (“zincirleme sorumluluk”) kavramıyla bu yöneticiler en tepedeki seçilmişinden, en alttaki atanmışına artık tanışacak.
Burada olmaz sanmayınız. Dikkat ediniz, kaçarken yakalanan müteahhit haberleri çıktıkça, o ekranlardan aşina olduğumuz teflon kaplı yılışık kibirli çehrelerde uykuları kaçıran ikirciklenme belirtileri ortaya çıkmaya başladı bile. Öyle “bana bir yıl verin, dozerlerle gireyim, kupon arazileri Ruslara, Araplara satayım, aldığım parayla zevksiz bir örnek TOKİ bloklarıyla buraları rastgele doldurup, henüz sıvaları kurumadan depremzedeye teslim eder, götürürsem malı yine ben götürürüm” devri bitti.
Büyük yenilgiler, büyük dönüşümler yaratır bazen. 1905 Rusya, 1945 Almanya ve Japonya, belki bizim için Balkan Bozgunu ve 1918 örnekleri anımsanabilir. O kökten dönüşüm seçimden sonra elle tutulur biçimde başlamaz veya seçim tarihi kılıfına uydurulup ötelenerek, süreç sulandırılmaya kalkışılırsa şimdi yaralarını sarmakla meşgul bu halkın öfkesi yaşadığımız ikiz depremden de güçlü biçimde önüne katıp her şeyi, hepimizi süpürüp götürecektir.
*ABD’liler TV karşısında maç izleyip sahadaki oyunculara akıl verenlere “koltuk QB’si” (“armchair quarterback”) derler. Nüktenin ne yeri ne zamanı, anlaşılması bakımından ekliyorum: Bizde örnekse TV’den olimpiyat oyunlarında sırıkla atlama müsabakası izleyip, “bok atlarsın” diye kendi kendine hariçten gazel okuyan dayılar gibi düşünebilirsiniz.
**Değerli hocamız Esra Akgemci’nin Şili yazısını dipnotları ve içindeki linklerle birlikte önemle dikkatleri sunarım.
***Casusluk faaliyetinden pek mi endişelisiniz? On ilin her birine ister “Seferberlik Tetkik Kurulu” veya “Liaison Office” yok “bilmemkaçıncı büro” gibi bir isimle bir Dışişleri, bir de MİT görevlisi altında birer kontrespiyonaj dairesi kurarsınız, olur biter. Ama tutup adam orada kilise restorasyonuna girişince “memleketi gavur edecekler” diye medyaya nara attırmamak kaydıyla.
Aydın Selcen: 1969’da İstanbul’da doğdu. 1988’de Saint Joseph Lisesi’ni ve 1992’de Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl girdiği Dışişleri Bakanlığı’nda, ikinci onyılı Irak’ta veya Irak üzerine olmak üzerine yirmi yıl çeşitli kademelerde ve büyükelçiliklerde meslek memuru olarak çalıştı. 2010’da Türkiye’nin ilk Erbil Başkonsolosu atandı. 2013’te memuriyetten istifa etti. Birbuçuk yıl Genel Enerji petrol şirketinde siyasal danışmanlık yaptı. ArtıTV, ArtıGerçek ve MedyascopeTV’de yazıyor ve yayın yapıyor. “Gözden Irakta” adlı kitabı İletişim Yayınları’ndan 2019’da çıktı. Galatasaray Kulübü üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***