Cumhuriyet’in ilk yüzyılı geride kalırken, bir türlü çözülemeyen demokrasi sorunu ağırlaşarak sürüyor. Kökleri Cumhuriyet’in resmen îlân edildiği günden çok daha öncesine uzanan bu sorunu çözmek, bir diğer deyişle “demokratik cumhuriyet”i inşâ etmek, günümüzün en âcil sorunu. Sorunun âciliyetini kavramak için, hem kavramı, hem târihi hem de güncel siyâseti kucaklayıcı bir yaklaşımın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu doğrultuda, Halkların Demokratik Partisi’nin geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’da düzenlediği ve iki gün boyunca yoğun bir katılımla devam eden “Demokratik Cumhuriyet Konferansı”nın çok değerli bir katkı olduğu yadsınamaz.
Bu konferansın, bugünkü “başkancı rejim”den, bu rejim altındaki “post-faşist” gelişmelerden rahatsızlık beyân ederek, çıkışı parlâmenter sisteme geçişte arayan Millet İttifâkı’nın (Mİ) da dikkatini çekmesi gerekirdi. Zîrâ, Mİ da, HDP ve Emek ve Özgürlük İttifâkı (EÖİ) gibi, “eskiye dönüş” değil, demokratik bir “yeniden inşâ” hedefiyle hareket ettiklerini açıklamış bulunuyor. Buradaki kritik nokta, Mİ’nın “güçlendirilmiş parlâmenter sistem” önerisini, “geçmişe dönmüyor, yeni bir sistem inşâ ediyoruz” diye özetlenebilecek bir yaklaşımla kamuoyuna sunarken, sorunu basitçe yasama-yürütme-yargı erkleri arasındaki ilişkileri düzenleyen anayasa kurallarına indirgemiş olması. Oysa, HDP ve EÖİ, Cumhuriyet’in demokrasi sorununun temel sebeblerinin çok daha derinde yattığına dâir bir görüşten hareketle, daha kapsamlı bir yeniden inşâ hedefini siyâsetin merkezine yerleştirmek istiyor. Bu iki yaklaşım arasındaki fark, güncel siyâsete de yansıyor ve yerleştirilmeye çalışılan post-faşist rejim özelliklerinin engellenmesini güçleştiriyor.
Bu yazıda önce “demokratik cumhuriyet” kavramı üzerinde kısaca durmak, daha sonra Türkiye’nin târihî serüveni içinde Cumhuriyet’in demokrasiyle olan sorununun temellerini anahatlarıyla ortaya koymaya çalışacağım.
KAVRAM OLARAK DEMOKRATİK CUMHURİYET
HDP’nin demokratik cumhuriyet konferansındaki panoda kavram, Türkiye toplumunun çoğulculuğunu yansıtan bir biçimde, Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Lazca, Arapça gibi pek çok dildeki karşılığı ile birlikte yer almıştı. Burada dikkatimi çeken husus, kavramın Yunanca/Rumca karşılığının yokluğu oldu. Bilinçli bir tercih miydi, enim değilim. Bununla birlikte, demokratik cumhuriyet kavramının Yunanca karşılığı yazılmak istenseydi bir zorlukla karşılaşılacaktı. Çünkü, çağdaş Yunanca’da cumhuriyet ile demokrasi aynı anlama gelmektedir, dolayısıyla da “demokratik cumhuriyet”in karşılığı olarak “demokratik demokrasi” gibi bir söz üretmek gerekecekti.
Bu ilginç bir durum ve sanırım dil temelli bir sebebi var. Bilindiği gibi demokrasi, halkın iktidarı anlamına gelen bir terim ve iki Yunanca sözcüğün, demos ve kratos sözcüklerinin bileşiminden meydana geliyor. Cumhuriyet de, çağdaş anlamıyla, devletin, daha doğrusu devletin ana unsurlarından olan egemenlik denilen en üstün iktidarın halka âit olmasını ifâde ediyor. Bu yönüyle, çağdaş Yunanca’da cumhuriyet yerine Lâtince “respublica”nın bir biçiminin değil de, doğrudan Yunanca “demokrasi” sözcüğünün tercih edilmesi anlaşılır bir şey.
Buna karşılık, Yunanca demokrasi teriminin ilk ortaya çıktığı Antik Yunan târihine baktığımızda, bugünkünden farklı bir yaklaşımın ağır bastığını da görebilmekteyiz. Antik Yunan’ın ve tüm felsefe târihinin iki büyük filozofu Plâton ve Aristoteles, demokrasi terimini kötü, yozlaşmış, bozuk bir yönetim tarzı anlamında kullanmakta ve bunun yerine ideal olarak tek kişi yönetimini tercih etmekteydiler. Bununla birlikte, özellikle Aristoteles’in geliştirdiği kavramlaştırmada, bozulmaya karşı en dayanıklı, en istikrarlı yönetim biçiminin, zengin azınlık ile yoksul çoğunluk arasına bir dengeyi kurabilecek olan karma yönetim olduğu ileri sürülmüştür. Aristoteles’in politeia dediği bu yönetim tarzı, bugünkü kuvvetler ayrılığını andırmakta, toplumun ortak iyiliğinin gerçekleştirilebilmesi için azınlığın da, çoğunluğun da söz sâhibi olduğu ama hiçbir şekilde bu iki büyük “sınıf”tan birinin dediğinin mutlak geçerli olmadığı bir yönetim tarzını ifâde etmekteydi. Bir anlamıyla “denge ve denetleme” mekanizmalarına yer veren yönetim biçimi. İşte Romalılar, Aristoteles’in bu yönetim formülünü hayata geçirmişler ve Yunanca politeia terimini Lâtince’de “respublica” olarak karşılamışlardır. Bugün Batı dilleri üzerinden dünyânın pek çok ülkesinde kullanılan, bizim de cumhuriyet diye karşıladığımız siyâsî rejimin niteliği böyle ortaya çıkmıştır.
Bu özetle anlaşılmaktadır ki, günümüzde cumhuriyet, halkın kendi kendini yönetmesi anlamında demokrasi ile özdeş bir boyut taşımakla birlikte, bu “kendi kendini yönetim”in olmazsa olmaz koşulları olan özgürlük ve eşitlik ilkelerinin belirlediği bir denge-denetleme mekanizmasını içermektedir. Târihte ve bugün, demokratik olmayan cumhuriyetlerin varlığını biliyorsak da, bu demokratik olmayan rejimlerin cumhuriyet olarak nitelendirilmesi tümüyle şeklî hukukî bir bakış açısından kaynaklanmaktadır. Buna göre, bir devlette devlet başkanı soya çekim (ırsîyet) esâsına göre belirlenmiyorsa, o devlet cumhuriyettir. Oysa bu, doğru olmayan bir yaklaşımdır. Cumhuriyeti cumhuriyet yapan demokrasidir, halkın doğrudan veyâ temsilî kurumlar aracılığıyla kendisini idâre etme imkânının olmadığı bir cumhuriyet, cumhuriyet değildir.
TÜRKİYE’DE CUMHURİYET VE DEMOKRASİ: TARİHÎ BİR BAKIŞ
Türkiye Cumhuriyeti’nin târihi köklerine, kuruluşuna ve sonraki serüvenine, bu açıdan baktığımızda, Cumhuriyet’in demokratik olması gerektiğini ama bunu bir türlü başaramadığını söylememiz gerekmektedir. Târihî süreç bize bir iki noktayı çok net olarak göstermektedir. Bunlardan ilki, I. Dünyâ Savaşı’nın bitimiyle birlikte ortaya çıkan siyâsî koşullarda, cumhuriyetin temeli olan “millî egemenlik” ve “halk iktidarı” nosyonlarının benimsenmesidir. İkinci nokta, Cumhuriyet’in îlân edilmesinden sonraki süreçte, özellikle 1924, 1961 ve 1982 anayasaları altında, sınırlı çoğulcu bir temsilî siyâsetin kabûl gördüğü dönemlerin kesintili olarak da olsa yaşanmasına rağmen, tam olarak Batılı ölçülerde bir demokratik sistemin gerektirdiği standardların karşılanamadığı gerçeğidir. Üçüncü nokta ise, târihî bir mîras olarak topluma, halka değil, devlete öncelik veren –1982 gibi geç bir târihte bile, “devleti korumak için anayasa yapmak”tan söz edebilen- bir geleneğin belirleyiciliği ile kurulmuş olan “milliyetçilik” normunun belirleyici olmasıdır. Kısaca bakalım.
1921 Anayasası’nın birinci maddesine göre, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve idâre ûsûlü “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idare etmesi esâsına” dayanmaktadır. Bu, 1876 târihli ilk anayasada kabûl edilen padişahın şahsının “mukaddes ve gayri mes’ûl” olması esâsına taban tabana zıt bir devlet anlayışını ifâde etmektedir. 1921 Anayasası’nın üçüncü maddesinde ise, “Türkiye devleti”nden ve bu devletin TBMM hükûmeti tarafından yönetildiğinden bahsedilmektedir. Demek ki, kutsal bir hanedân egemenliğine dayalı Osmanlı’dan halk egemenliğine dayalı yeni bir devlete geçilmiş olmaktadır. Yeni devletin adı, bilindiği gibi, 1922’de saltanatın kaldırılmasından sonra, 1923 Ekim’inde Cumhuriyet olarak konulmuştur. Tüm anayasaların değişmez ve değiştirilemez ilk maddesi: “Türkiye devleti bir cumhuriyettir.” Tabiî bir de buna eşlik eden vilâyet ve nâhiyelerde şûraların öne çıktığı doğrudan halk yönetimi olarak görülen “yerelden ve yerinden yönetim” sağlayan özerklik.
1924 Anayasası ve sonrasında 1921’in sâdece özerklik ile ilgili hükümleri ortadan kaldırılıp, katı merkezîyetçi bir yönetime geçilmemiş, aynı zamanda millî egemenlik ve halk idâresi nosyonları da, Türk milliyetçiliği esâsına göre kurulan bir temsilî mekanizmaya bağlanarak güdükleştirilmiştir. Bu gelişmenin sonucu olarak, siyâsî rejim içinde, bir cumhuriyet için vazgeçilmez değerde olan özgürlükler ve eşitlik ilkesi, özellikle bugün çok vurgulanan “eşit yurttaşlık” anlayışı, hayli sınırlı bir çerçevede, “Türklük” kavramıyla ifâde edilen bir zeminde değerlendirilmiştir (Anayasa’daki hak ve özgürlüklerin “Türklerin Hukuk-ı Ammesi diye düzenlenmesi!). “Dibâce”sinde “Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham aldığı”nı vurgulayan 1961 Anayasası’nın, her şeye rağmen, Mümtaz Soysal’ın 1969’da yayınladığı Dinamik Anayasa Anlayışı doğrultusunda geliştirilebilecek bir yaklaşımla ıslâh edilebilir bir içeriği, bir demokratik potansiyeli bulunuyordu.
12 Mart askerî müdahalesi bu potansiyeli, öncelikle özgürlüklerle ilgili olarak “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gerekçesini Anayasa’ya dercederek, yargı bağımsızlığını tahrip edip DGM’leri kurarak vs. yok etti. Ardından gelen ve “devleti korumak için yapıldığı” açıkça ifâde edilmiş olan, 12 Eylül cuntasının ürünü 1982 Anayasası ise, bugüne kadar geçirdiği 18 değişikliğin görece demokratik potansiyelini tümüyle yok eden son, 19. Değişiklikle, başkancı post-faşizmin yerleştirilmesine kapıları ardına kadar açtı.
Burada dikkât edilecek olan son husus, devletin önceliği mes’elesidir. Osmanlı’nın son dönemlerinden bugünlere uzanan târihî akışta, devletin öncelikle askerî bürokrasi ile özdeşleşen önceliğini vurgulamak gerekiyor. Bu öncelik, Türkiye’deki devlet düzeninin toplumsal farklılıkların özgür irâdelerini içerecek biçimde kurulmaması anlamına gelmektedir. Bur diğer deyişle, 1923 sonrasındaki tüm anayasal düzenlemeler, devletin (bürokrasinin) uygun gördüğü sınırlar içinde kalmışlar, toplumsal çoğulculuğu değil, devletin kendi meşrûiyeti için gereksindiği “tekçi” toplumsal-siyâsî kimlik olarak formüle edilen “millet” ile bütünleşmesini amaçlayan bir “milliyetçilik” ile, terim yerindeyse malûl olmuştur. Bu sakatlık, Cumhuriyet’in bir türlü çözülemeyen demokrasi sorununun da temelidir.
DEMOKRATİK CUMHURİYET VE SİYASET
Anlaşıldığını sanıyorum ki, “Türkiye devleti, bir cumhuriyettir” ama bu cumhuriyet, şeklen devlet başkanının -eskiden TBMM şimdi de halk tarafından- seçimle işbaşına gelmesine bağlı bir nitelemedir. Oysa, sâdece CB’nın bile olsa seçilmesinden söz edebilmek için, özgür, eşit ve âdil seçimlerin yapılabilmesi gerekir. Bunların olabilmesi için de, ifâde ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki engellerin tümüyle kaldırıldığı, seçmenlerin tercihlerine müdahale edilmediği topyekûn demokratik bir sürecin koşullarının sağlanması gerekmektedir. “Demokratik Cumhuriyet” öncelikle bu yüzleşmeyi, bu muhasebeyi yapmak istediği için, bugünkü Türkiye siyâsetinde yer bulması gereken en değerli bir kavramdır. Bu kavramın güncel siyâsetin kısa vâdeli ve dar görüşlü iktidar hesaplarına kurban edilmemesi ve mevcut düzene muhalif tüm kesimleri birleştirici bir içerikle tartışılması gerektiği açıktır. Bunun nasıl yapılabileceği sorusunu bir başka yazıda ele almak istiyorum.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***