Otorite karşısında itaat etme eğilimi gösteren veya bulunduğu yerin “emir kulu” haline gelen insanlar üzerine yaptığımız sohbetler günlük hayatımıza da çok fazla sirayet ediyor.
Siyasetin, medyanın, iş ve sanat dünyasının, mahalledeki komşunun “yandaş” olanlar ve olmayanlar diye keskin bir biçimde ayrılmasında dahi bunu bulmak mümkün.
“Olmaz” dediğimiz her şeyin, hayatımızın her alanına müdahale edip, “olur, neden olmasın” cümlesini duyana kadar yakamızdan düşmemesi ve kendine benzeştirdikçe çıtasını yükseltmesinin sonu yok.
Otoriteden medet umanın, umduğunun suyuna gitmeye ve nihayetinde herkesin kendi alanında otorite olarak gördüğüne teslim olmaya varması, gücü elinde tutanların şiddet seçkisini de genişletiyor hiç şüphesiz.
Belki de bu yüzdendir itaatkârlığa duyduğumuz tiksinti kadar, duruma makul nedenler üretip, içimizde saklı tuttuğumuz itaat eğilimlerimizi nadasa yatırışımız.
Vaziyete göre lazımlık görevi üstlenen yanlarımızın kötücül olana biat etmesiyle başlayan o anlara dönüp bakmalıyız işte bu yüzden.
Kenar mahallelerden kendi iktidar kavgaları için tetikçi devşirenler, yağma ve şiddeti üreterek, hayatlarımızın pamuk ipliğine bağlı olduğu tehdidini savuranlar, lanlı ulanlı sözlerle “siyaset” raconu kesenlerin yarattığı o korku ikliminden payımıza düşen bir yan var elbette.
Böyle olmasa, tarihimiz yan komşumuzu kesmek, malına, ırzına çökmek için en öne koşturanların hikâyesiyle dolu olmazdı.
Tüm toplumu kötülük ve güç virüsüne bulaştırmış bir siyasetin varlığından şüphe duymuyorsak, o virüsten etkilendiğimiz gerçeğinden de şüphe duymamalıyız bence. Peşinden sürüklendiğimiz, istemediğimiz şeylere mecbur bırakıldığımız ve “tıpış tıpış” hale getirilen o duygularımız, yarın karşımıza bir suç ortaklığının delili olarak sunulacak muhakkak. Duruma itiraz etmemiz ise bir yeltenmeden ibaret kalacak.
Yeltenmelerden ve ibaret kalmalardan bir yarın kurmak zor elbette.
Her iki durumun bize vaat ettiği tek şeyin sallabaşlık olduğunu bir kenara not edip, iradelerimiz üzerine inşa edilen ve kendisinden başka hiçbir şeyi değerli bulmayan hoyratlığa ve onu temsil eden otoriteye karşı derlenip toparlanmak, hayatımıza da biraz derman taşımaktır.
Depremi siyasi bir ranta dönüştürmenin, insan çığlıklarını parti devleti egosuyla ezmenin, insan hayatını yok sayan vicdansızlığın bu kadar gözümüze sokulmasının var bir nedeni elbette.
Deprem için toplanan paraları “yol yaptık size işte ya” diyerek yüzümüze hoyratça savuran o şımarıklık, şimdi yaşamlarımız üzerinde kriz yönetimi çeviriyor. Şiddete, yokluğa, yoksulluğa alıştırılmış ve ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın devlete, iktidara minnet etmeye mecbur bırakılmış milyonlar, yine ve yeniden çığlıklarıyla seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Çığlık bir halkın son sesidir çünkü.
Susanın susmayanın, görenin görmezlikten gelenin, itiraz edenin itiraz edeni küçümseyenin iç sesinde devasa bir enkaz var artık. Herkes kendi enkazının içinde kendisinin kurtarılmasını bekliyor. Devletin sorumsuzluğu altında ezilen kemiklerimize, duygularımıza ceset torbası bile bulamıyoruz bir kez daha.
Resmi dilin, her felaketin ardından “yaşananlardan ders almalıyız” diyerek kendi almadıkları dersi, kurbanlarının sırtına yüklemeleri ne çok şey anlatıyor değil mi? Ölmemizi “fıtrat”landırarak yaşamlarımızı gözden çıkaranların dünyasında kocaman bir hiçiz çünkü hepimiz.
Aldığımız nefesi bile kendisine borçlandıran siyaset sisteminin, ümüğümüzdeki el olma yarışı tiksindirici bu yüzden. Peki, ümüğümüzdeki elden kurtulup, bir başka eli tutup kendi ümüğümüze yapıştırmaya bu kadar razı oluşumuz?
Çaresizliklere mahkûm ettikleri duygularımız üzerinde hak talebinde bulunanların asıl felaketimiz olduğunu akılda tutabilirsek eğer, karşımıza dikilecek her kötülüğe karşı ortak yaşamın gücüne sahip olmanın cesaretini de bulabiliriz.
Belki de en çok ihtiyacımız olan şey budur. İradelerimizi özgür kılmak yani… Yaralarımıza, kırılan umutlarımıza attığımız dikişlerin tutmasının tek yolu bu bence.
Dayanışma içinde olmanın, birbirimizin yaralarını sarmanın, birbirimize dokunmanın, arayıp sormanın derdi de dermanı da bizim ellerimizde işte.
Öyle olmasa bulamazdı çığlıklarımız birbirini.
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***