“Bazılarımız dayanmanın bizi güçlü kıldığını zanneder.
Ama bizi güçlü kılan bırakmaktır…”
Hermann Hesse, Ağaçlar
Yüzlerce yeşil gözü olan güçlü ama narin bir kadın gibi duruyordu karşımda, o gece.
Yazın son ayıydı, en sevdiğim ayı, ve deniz vardı o şehirde. Adriyatik kıyılarına kurulmuş dağlık şehir, yeryüzünün kederini, umudunu ve sıcaklığını hapsetmişti gövdesinin en şık yerine; denizlerine…
Fena bir dalgıç sayılmam. Dalışın teorik eğitimini almış, sınavlarını vermiş, senelerce yepyeni eğitim dalışlarına katılmış, iki yıldızlı, yüksek binalar boyunda dalışlar yapan, o dalışların derinlik “sarhoşluğunu” (Azot narkozu) hiçbir sarhoşlukla kıyaslamayacak kadar denizin dibine meftun biri…
Dalış yapacak, kalan zamanda bol bol kitap okuyacaktım. En çok da Murathan Mungan’ı, ve özelikle onun çok geciktiğim Çador’unu! Planım buydu. Tanrıyı güldürmek istersen planlarından bahset derler, tam da öyle oldu…
Dünyanın farklı denizleri, farklı göllerinden sonra bu kez Adriyatik’in dibi bekliyordu beni – plana göre. Ama ben “onu” gördüğümden beri değişmiştim; en sevdiğim, en beklediğim şeyleri bile yapmak istemiyordum. Tek istediğim onu seyretmekti; sabahın erken saatlerinde, öğlen sıcağında, akşamüstü gün batımında, hatta gece karanlığında…
Nasıl bir anda takıldım bu yüzlerce yeşil gözlü zarafete? Ne hatırlattı bana? Ne hissettirdi? Hangi boşluğu tırmaladı?
Bu soruların cevabı zordu, belki de yoktu. Başka hiçbir şeyde görmediğim, sadece ona ait bir iz; Tanrı ona farklı dokunmuştu işte.
Dikkat çekmek için herhangi bir çaba harcamıyordu, gösterişli ise hiç değildi. Apaçıktı. Kendini gizlemediği halde nasıl bu kadar gizemli olabiliyordu?
O bugüne kadar gördüğüm en özel zeytin ağacıydı; tam kendine göreydi, tam dünyaya göre, tam bana göre.
“Sevincin en güzel tarafı, tesadüfi ve bedava olmasıdır; özgürdür sevinç… ıhlamur çiçeğinin esip gelen kokusu gibi.” diyordu Hermann Hesse, Ağaçlar’da.
Kendimi bildim bileli sevdim ağaçları, hemen hemen hepsinin isimlerini öğrendim, ilişkiler kurdum onlarla.
İlk aşkım bir Salkım Söğüt’tü. Büyüdüğüm evin ön bahçesinden yükselir, mutfağımızın önüne uzanırdı. Balkon parmaklıkları arasından severdim yapraklarını, üzgün olduğunu düşünürdüm, dokunursam iyileşir sanırdım. Ellerim kadar, düşüncelerim de, tecrübem de küçücüktü. Severek iyileştirilemeyeceğini bilmiyordum henüz…
Yıllar sonra, başka bir şehirde Salkım Söğüt’ün Ermenice adının “Ağlayan Söğüt” olduğunu duyduğumda bıçaklanmış gibi hissetmiştim, keskin bir acı duydum. Anlamıştım işte daha küçücük bir kızken ben, kederliydi o, hep ağlıyordu!
Hüznünü mutluluğa çeviremediğimi de hatırlamıştım aniden! Çocuklar büyüyünce elleri büyümüyordu, insanın elleri hep küçük, hep güdük, hep yetersiz kalıyordu bazı gerçekler karşısında!
Sonra bir Kayısı Ağacı girdi hayatıma, öğrenci evimin sokağında, her mevsim başka güzel. Ardından yaşlı bir Nar Ağacı, nasıl bilge, nasıl umursamaz… Hamileyken bir Dut Ağacı’nı sevdim misal, yapraklarından çay demledim, sarmalar yaptım. Her sabah kahvemi ona karşı içtim, kızımı nasıl büyütmem gerektiğini sordum ona…
Başka şehirler, başka ağaçlar… Hepsi güzeldi, ama hiçbiri Salkım Söğüt olamadı… Benim ağacım Ağlayan Söğüttü. Kalbimin en güzel yerindeydi.
“Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık. Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Mutluluk budur.” diyordu Hermann Hesse, Ağaçlar’da.
Bir tanıdıklık hissi, bir aidiyet duygusu sarmıştı beni yüzlerce yeşil gözü olan Zeytin Ağacı’nı gördüğümden beri. Tüm tatil boyunca, her gün gittim yanına, gözlerim doluyordu ağaca baktığımda. Hayret ediyordum kendime. İnsan bir ağaca bu kadar yakınlık neden hissederdi?
“Çünkü insanın kelimelerini emanet edebileceği bir yüzün var senin,” diyordu Mungan, Çador’da.
Çador’u çantama atıp gidiyordum ağacımın yanına. Güveniyordum ben o Zeytin Ağacı’na, dikenlerim, korkularım törpüleniyor, en çekilmez yanlarım, hırçınlıklarım uysallaşıyordu onun yanında. Benim gücüm Ağlayan Söğüt’ü mutlu etmeye yetmemişti ama Zeytin Ağacı beni iyileştirebiliyordu…
O anlatıyordu ben dinliyordum, ben anlatmadan o anlıyordu o çoğu zaman. Çador’dan altını çizdiğim cümleler okuyordum ona. Sohbetimiz savuruyor hatta dağıtıyordu bazen beni, gardımı indiriyordum çünkü onunlayken. Açık açık – dağıl ki toparlanasın, demiyordu ama duyuyordum. Devam ediyordum anlatmaya.
“Hayat ıssızlaşmıştı; kendi kof yankısını çınlıyordu.” diyordu Mungan, Çador’da.
Önce kendine, sonra hayata güven duymayan maalesef ötekine de güven duyamıyor, diyordu Zeytin Ağacı. Ona güvenmem hoşuna gidiyordu…
Bütün ağaçların “ilki” Zeytin Ağacı, tarihte en önemli değerlerin sembolü. Mitolojide ve kutsal kitaplarda hep ondan bahsediliyor. Sadece kendisi değil, dalı, meyvesi, meyvesinin yağı, hepsinin ayrı bir kıymeti var insanlık için.
Hz. Nuh’un tufanın ardından, yedi gün sonra saldığı güvercinin ağzında yeni koparılmış zeytin yaprağıyla gelmesi, suların yeryüzünden çekildiğinin müjdesi. Barışın, bolluğun, ümidin sembolü zeytin, tufanın yok edici gücüne karşı direnen zeytin ağacı ise ölümsüzlüğün.
Tanrıça İSİS’in meyvesi zeytin, Firavun Tutankamon’un başındaki taç zeytin yapraklarından, III.Ramses’in, Güneş Tanrısı Râ’nın tapınağındaki kandilleri beslemesi emri verdiği zeytinyağı…
Atina şehrinin tanrısın kaderini değiştiren bir zeytin dalı…
Her dinde, her kutsal kitapta yer bulmuş kendine Zeytin Ağacı… Zeytin ağacına zarar verenler ölümle cezalandırılır. Herkül’ün silahı zeytin ağacındandır… Kralların ve yeni doğan bebeklerin kutsanmasında kullanılır zeytinyağı…
Bu kadar “önemli” olduğu için sevmemiştim ben Zeytin Ağacı’nı, pırıl pırıl parlayan yüzlerce yeşil gözünü görmüştüm sadece, hakkında pek bir şey bilmiyordum açıkçası. Çizgisellik değil, döngüsellik egemendir hayatta bence. Zaman da sanki böyle ilerler; düz bir çizgi gibi değil, yükselen bir spiral gibi…
İnsan “büyüdükçe” beğenmediği, kızdığı, kabullenmediği, inkar ettiği, kavga ettiği hatta terk ettiği ama gerçekte ait olduğu şeyleri özler oluyor; yabancılar ile o kadar haşır neşir oluyor ki kendine uzaklaşıyor, “merkezinden” sapıyor. Merkezinden uzak yaşamak yoruyor, yalnızlaştırıyor, anlamsızlaştırıyor. Bunu anladığı an, kişileri, mekanları, melodileri, tatları hatta ağaçları çocukluğuna, hatıralarına, yaşamına hatta memleketine benzetiyor insan…
Oysa, “Üzgün olduğumuzda ve hayata katlanamadığımızda bir ağaç şöyle konuşabilir bizimle: Sus! Bak bana! Yaşamak kolay değil, yaşamak zor değil. Bunlar çocuksu düşünceler. Bırak konuşsun içindeki Tanrı, o zaman susacaklar. Yolun seni yurdundan uzaklaştırdığı için endişelisin. Orası ya da şurası değildir yurdun. Yurt ya içindedir ya da hiçbir yerde.” diyor Hermann Hesse, Ağaçlar’da.
ALİN OZİNİAN
08 Ocak 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***