Günter Hole, fundamentalizmin üç özelliğinin altını çizer:
Çekirdek/temel değer (Grundwert): Bir şeye tamı tamına inanmak ve bu inancı inanç sisteminin çekirdeği yapmak; mesela vatan ve milleti kutsayarak yeryüzündeki tüm meseleleri bu çerçeveden görmek, her tartışmayı bu konuya indirgemek. Führer ile bütünleşmek: Önderi ilahlaştırarak kabul etmek, otoritesini koşulsuz kabullenmek. Bazen ideolojiler de dinsel bir konuma gelebilir. Kuran, İncil, ülkü gibi. Bunlar sorgulanamaz, bunlarla çelişkili bir durum olduğunda kutsal tartışmasız haklı görülür.
Genelleştirmek: Bu inancı, ülküyü yaşamın her alanına yaymak ve her alanda bu ülküye göre davranmak. Hayatı bu inanca göre düzenlemek ve her esneklik değerler ve inanç sisteminde bir çelişki yaratacağından, buna uymayanı yok etmek. Aslında fundamentalizm, fanatizm gibi körü körüne bir bağlılıktır. Özünde güvencesizlik, kendini güvende hissetmeme durumu vardır. Bu da kendine güvensizlik olarak ortaya çıkar. Karşıt fikirler, çelişkiler bu güvensizliği artıracağından dolayı bunlar yok edilir; otoriteye koşulsuz bağ(ım)lılık ve yitirme korkusu ortaya çıkar. Fundamentalizm fanatizmin besin kaynağıdır bir anlamda.
Yaşadığımız hayat insanı her gün onlarca karar vermeye zorlar. Bazı kararlar otomatikleşmeyle, düşünmeden verilir ve bu insana kolaylık sağlar. Ama bazı kararlar hayatımızı belirler ve hata yapmak kötü sonuçlar doğurur. Bu tür kararlar insana çok sorumluluk yükler. Yanlış kararın sonucu zor bir hayat ve ömür boyu kendini suçlamak demektir. İnsan bu durumdan çıkmanın, hayatı kolaylaştırmanın yollarını arar ve sorumluluktan kaçınır.
Özgürlük güzeldir ama insanı sürekli sorumlu kılar. İnsanlar hayatı bir anlamda kolaylaştırmak, karar verme süreçlerini basitleştirmek için özgürlüklerinden vazgeçerler. İşte bu durum, güvenilecek, körü körüne bağlanılacak ve özgürlüğün teslim edilebileceği bir Führer gereksinimini ve arayışını doğurur. Karar vermek bazı şeylerden vazgeçmek ve sorumluluk almak demektir.
İşte özgüveni olmayan, güvensizlikten ötürü güvenceye gereksinim duyan insanlar bu sorumluluğu Führer’e yükleyerek bir rahatlama yoluna giderler. İçlerindeki kuşkuyu yok etmek için de Führerlerinin, ülkülerinin ve kutsallarının kusursuz olduğunu söylerler. Kısacası özgüven duygusu az olan, karar vermekte zorlanan biri böylece yücelik duygusuna kapılır ve tüm sorunlarını çözdüğü duygusunu yaşar. Kusursuz bir reise, başbuğa, kusursuz ve ideal bir inanca (İslam, İncil, Turan) bağlı olduklarından, verdikleri kararlar ve yaptıkları da kusursuzdur. Bu anlamda verilen her karar zorunlu ve gereklidir. Aslında argümanları daha çok kendilerini de iknaya yöneliktir ve bu iknayla kuşkuyu minimize ederler. Bu üstünlüğü savunmak ilk ve son planda narsisizme hizmet eder. En iyi reise, en iyi inanca, en iyi ülküye sahibim ve dolayısıyla ben de en iyiyim!
İnsanların idealleri, ülküleri, ideolojileri ve inançları vardır ve bu çok normal, hatta gereklidir de. Fanatizmi belirleyen, insanların inanmaları ve bu inanç için mücadele etmeleri değil, bu mücadeleyi “nasıl” yaptıklarıdır.
Fanatizmi belirginleştiren şey hiç kuşkuya yer bırakmaması, eleştiriye açık olmaması ve hatta eleştireni yok etmeye yönelmesidir. Öteki yok edildiğinde eleştiri de olmayacaktır. Eleştiriyi düşünceye ve inanca yönelik bir tutum olarak değil de bir kişisel saldırı olarak algılaması, yani ideolojiyle bütünüyle bütünleşmesidir. İnanca yapılan eleştiriyi bu anlamda saldırı gibi görmesi. Fanatizm ile fundamentalizmi ayıran en belirgin özellik insanın fanatizme psikolojik yatkınlığı ve obsesif yapısıdır. Hole iki tür fanatik tipinden söz eder: gerekli/esaslı (essentiell) fanatizm ve uyarılma üzerinden (induziert) oluşan fanatizm. Biri kişilik özelliğiyken, ikincisinde gruba uymaya ve itaat etmeye yatkınlıktan ötürü, gruptan ayrı düşmemek için fanatikleşme söz konusudur.
Fanatik insanlarda (mesela futbol fanatiklerinde de) gözlemlediğimiz bir olgu var: fanatik enerji.
Fanatikler durmadan, usanmadan ve yorulmadan fikirlerini savunurlar ve her olayı kendi gözlükleriyle görür ve bu çerçeveden değerlendirirler. Böylece sürekli kendini çoğaltan, her alana yayan ve fanatikleşen bir dinamik oluşur. Narsistik yetersizlik, buna bağlı olarak yaşanan narsistik çaresizlik ve onaylanma gereksinimi, mücadele ederken “bir şey” olma isteği, “hiçbir şey” olmaktansa fanatik olma ve kahraman olma gereksinimini denkleştirme çabası da (Kompensation) insanı fanatikleştirebiliyor.
Özellikler edinmek ve üstün olmak için de insanlar grup narsisizmine yönelebiliyor. Türklük ve Müslümanlık gibi sıfatlar ve aidiyetler, kusursuzluğa ulaşmanın yolu oluyor bu durumda. İşte buralara getirdiğiniz insanları istediğiniz cepheye sürebilir ve tüm toplumu fanatikleştirerek savaşa onay alabilirsiniz…
SAVAŞLAR KATLİAMDIR
Ödipus anlatısı bir babanın çocuğunun olmaması, buna rağmen doğan çocuğunu yok etmesinin anlatısıdır. Batı’da baba ile çocuk çatışmasında genç kuşak yaşlı kuşağı yener, sembolik olarak yok eder. Doğanın akışı içerisinde de çocuklar yaşlı babalarını mezara taşır.
Müslüman toplumlarda ise baba çatışmada çocuğunu katleder. Tanrı, devlet (sultan, halife, otorite) ve baba yenilmezdirler. Babanın sanki öldürme hakkı vardır. İbrahimî anlatılarda da bu hakkın altı çizilir. Çocuk katledebilme hakkının olması, kutsalın denetimi yoluyla konuşulamaz, tartışılamaz ve sorgulanamaz hale gelir. Savaşlarda yöneticiler, sembolik olarak kendi çocuklarının topluca kurban edilmelerinin organizasyonudur. Bir tür çocuk katletme ritüeli!
Todesstrafe [Ölüm Cezası] adlı çalışmasında Karl Bruno Leder, modern öncesi toplumların savaş sonrasında, katil olmanın verdiği pişmanlık nedeniyle temizlenme (suçtan sembolik olarak arınma) ritüelleri yaptıklarından, o toplumlarda öldürme tabusunu geçmenin zorluğundan söz eder. Modern toplumlarda savaşın bilgisayar oyunlarına dönüşmesi, dolayısıyla göğüs göğüse çarpışmamak ve düşmanla göz göze gelmemek “öldürme engelinin” etkisini azaltıyor. Leder, “Tanrılar bulunduktan sonra kurban ritüeli çeşitli toplumlarda ve kültürlerde uygulanmıştır” der (Todesstrafe, 1987, 2. Baskı, s. 45).
Çocuk kurban etmek de çok eskilere dayanır. Eski kültürlerdeki, mesela bazı Yunan ve Mısır tanrıları barbar ve kana doymayan figürlerdir. Kurban eden için duygusal yoğun bir anlam taşıyan, bu anlamda değerli bir kurbandır çocuk. Bir esirin kurban edilmesinin kurban eden için duygusal bir anlamı yoktur. Kurban etme ritüelinin çok ayrıntılı şekilde sistematikleştirilmesini Azteklerde görürüz. Kurban etmek, gönüllü vazgeçmektir. İnsanlar sevdikleri çocukları kurban ederek tanrıya itaatlerini, aynı zamanda da sevgilerini (korkularını) kanıtlarlar. Kurbanı süslemek, boyamak biraz da tanrının gözünü boyamak anlamına gelir. Bu aldatma çabası sınırlıdır, çünkü tanrılara genelde güçlü ve sağlıklı insanlar kurban edilir.
M.Ö. 97’de Roma Senatosu insan kurban etmeyi yasaklıyor (a.g.e., s. 49). İbrahimî anlatılarda Tanrı’nın koç göndermesi, insan yerine hayvan kurbanının yerleşmesi, yani insan kurban etmenin sonlandırılması anlamına da gelir. Ama bu dönüşüm savaşlardaki katliamları önlemez. Ayrıca çocuklar kendilerini vatana, millete, devlete ve aileye kurban/feda edecek biçimde yetiştirilirler…
ASKERLİK: YENİDEN DOĞUM
Etnolog Arnold van Gennep, bir insanın doğumundan ölümüne kadar önünde gelişim etapları (Phasen) olduğuna, bir etaptan diğerine geçişin altının ise her toplumda başka bir ritüelle çizildiğine dikkatimizi çeker. Bu ritüeller “geçiş ritüelleri”dir ve van Gennep’e göre her toplumda başka bir şekilde uygulanırlar (Übergangsriten, 2005, s. 15).
“Geçiş ritüelleri”nin üç dönemi vardır: Birincisi ayrılık dönemidir; kişi kendi grubunu terk eder, yaşadığı sosyal ilişkilerden kopar ya da koparılır. İkinci dönem, yeni bir evreye/konuma/hale geçmeyi içerir. Üçüncü dönem ise yeni duruma entegrasyonla ilişkilidir (s. 21).
Arnold van Gennep’in Übergangsriten’ında her bir halden çıkışta bir “sosyal ölüm” ve aynı zamanda “yeniden doğum” vardır. Mesela çocukluktan çıkan biri için çocukluk ölürken ergenlik doğar. Bu ölümlerin ve yeniden doğumların olabilmesi toplumdaki strüktürlerin sabit (konstant) kalmasıyla mümkündür. Bu değişmezlik bireyin değişkenliğinde belirli bir stabilite sunar ve psikolojik ve sosyal dekompansasyonu önler.
Askerlik de bir yaşam biçiminden ötekine geçiştir. Buna göre, askere gidecek kişi kendisi de üç süreçten geçer: Sosyal çevresini terk eder (bir etaptan ayrılık), askere yolculama ritüeliyle de bu ayrılığın altı çizilir; ayrılığa sevinç, gözyaşı ve helalleşme karışır. Sonra bir geçiş süreci başlar; “birliğe teslim olmak”. İşte burada yeniden doğum ritüeline benzer bir şey olur. Yeni bir isim, yeni bir adres, yeni sosyal çevre, yeni bir otorite, yeni bir hiyerarşi; yeni kimliğin gereği yeni giyim, kuşam ve beslenme. Son olarak da yeni duruma alışma ve durumu kabullenme süreci yaşanır.
Askerliğin yeniden doğum ritüeline benzerliği askerlik öncesinde başlar ve bu ritüellerle kişi başına geleceklere hazırlanır, çıldırması da böylelikle engellenir. Mesela bir insan dünyaya geldiğinde cinsiyeti cinsel organına bakılarak belirlenir. Askerlik muayenesinde asker adayı bir kurul önünde (bilirkişiler) çıplak bir biçimde soyundurulur ve erkek olup olmadığı incelenir… Askere gitmeden bir yıl önce erkekler bir komisyon tarafından çırılçıplak muayene edilir. Bu fiziksel değerlendirme, erkeğin temiz (mahrem yerlerinde kıl olmadığının) ve sünnetli olduğunun tespiti için kullanılır (sünnet, “hakiki erkek” olmak demektir aynı zamanda). Ek olarak, bu kontrolün amacı genç erkekleri utandırmak ve küçük düşürmektir: Penisleri de dahil olmak üzere vücutlarının en mahrem yerlerini göstermeleri gerekir. Sahne, çıplak çaresizlik ve kırılganlık üretildiği için insanın doğumunu andırır ve bu kez kadınların yokluğunda erkekler arasında bir erkek olarak toplumsal bir yeniden doğuş yaşanır.
Rolf Pohl bu değişimin “karmaşık, uzun ve sancılı bir dönüşüm süreci” olduğunu, ilerleme süreçlerinde de “dişi olanın izlerinin bedenden atıldığını” ve erkek grubunda diğer erkekler sayesinde “erkekleştiklerini” anlatır (Männliche Sexualität und ihre Krisen, 2010, s. 17).
SAVAŞTA CİNAYET SUÇ DEĞİLDİR
Psikanalizde konuyla ilgili en kapsamlı çalışmayı Kurt R. Eissler yapmıştır. Bu çalışma 2021’de Almanca olarak Männer und Militär [Erkekler ve Ordu] adıyla yayımlandı. Askeriye, savaşma amaçlı organize olmuş büyük bir kitledir ve üniformayı giyenden beklenen, hiç düşünmeden hayatını feda edebilmesidir (s. 61, 66). Beklentileri gerçekleştirirken işlenen suç üniformalıyken suç değildir. Talimlerde askerlere insan üstü olmayı emrederler. “Türk askeri korkmaz, Türk askeri yorulmaz!” gibi. İnsani olanla bir dönem sonra asker bu itaatten ötürü kendisi savaşır. Gece nöbetinde asker kendi yorgunluğunu kendisi yenmek zorundadır. Yorgunluk aslında insanı tahammülsüz ve agresif yapar. İşte asker bunu bile kontrol etmek ve bu agresyonu düşmana yönlendirmek zorundadır. Kendine nöbet tutturanları, yani asıl sorumluları da böylece korur.
Askere tuttuğu nöbetin, yaptığı talimin gelecekte (savaşta) anlamlanacağı anlatılır (s. 117, 130). Yani talim, yerlerde sürünmek, amaçsız saatlerce yürümek, koşmak, disiplinli yaşamak, gece hiçbir düşman yokken düşman varmışçasına nöbet tutmak, eylem anında anlamsızdır ama anlamı gelecektedir.
Bu konsept de Mehmetçiğe tanıdık gelir. Zaten babası da “Şimdi oku, otuz yıl sonra rahat edersin” demiştir; Tanrı da “Şimdi zorlan, sana yardım etmem ama cennette rahat edersin” der. Yani bugünün ödülü geleceğe tehir edilmiştir… Yıllarca süren askerlik kişide kişilik değişimine kaçınılmaz olarak yol açar. Okullar ve okullarda anlatılanlar aslında herkesi askerliğe hazırlar. Kadınlara ise askerlik dönemlerinde askere nasıl davranması gerektiği öğretilir. İnsanlar kimlik değişimi yaşarken, mesela Mehmetçik olurken kimliğin bir yanı tutulur; her asker aynı zamanda bir yanıyla Ali ya da Ahmet olarak kalır. Kimliğin parsiyel (kısmi) değişimi şizofrenik durumu engeller ve “ben”i stabilize eder. Böylece Ali askerden döndüğünde Ali’dir ama başka bir Ali’dir de aynı zamanda… Askerlik azınlıklar için tabii ki daha da zor, travmatik ağırlığı fazlalaşmış bir realitedir.
Ritüeller kurumsallaştığında duyguların dışavurumuna yardımcı olur (Eissler, s. 827). Yas ritüeli de acının kanalize olmasını sağlar. İç savaş sonrası “şehitlerin” çoğalması şehit cenaze törenlerini bir “vazifeye” dönüştürdü. Burada bir sahnelenme öne çıkmaya başladı. İşte bu dönüşüm Eissler’nın sözünü ettiği, “ritüellerin duyguların yaşanmasına yardımcı olduğu” tezine denk düşmeyen bir durum oluşturdu. Vazife, duygulardan uzaklaşmak ve yerine getirilmesi gereken bir zorunluluğa dönüştü. Ritüel ve ritüelin sahnelenme biçimi bu anlamda cenaze töreniyle örtüşmeyen duyguları örtülemeye de hizmet etti. Mesela, akşam yemeğine davetli bir komutan, gündüz şehit cenazesinde duygulu bir konuşma yapıyordu. Şehit cenazelerini ideolojik şova dönüştüren ırkçılar, sloganlar attıktan biraz sonra kahvede pişti oynayabiliyor, akşam da dizi seyredebiliyorlardı. Bunlar olağan ve insani; ama şehit cenazesinde tam tersi bir durum sergilemeleri, duygularını gizlemeleri ve ritüelin duygusuna göre davranmaları ama aynı zamanda bu duyguyu hissetmemeleriyle ilgili bir durumdan bahsediyorum.
ŞEHİTLİK ÖLÜMÜ GÜZEL KILMA TASARIMIDIR
İnsanlık tarihinde “normal” sayılan bir akış var: İnsan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Asker ölümleri genç ölümlerdir. Bu akıştaki bir kırılmadır. Asker ölümlerini erken ölüm ve bu bağlamda bir haksızlık olarak yaşıyoruz. Askerin mesleğinin gerektiğinde ölmek ve öldürmek üzerine kurulu olmasına rağmen bir yandan askerin memleketi savunurken ölmesi normal, diğer yandan genç öldüğü için olağan dışı… İşte bu çelişkileri ve duygusal kaosu şehitlik ve cennet anlatılarıyla savuşturuyoruz… Bu durumlarla yüzleşmemek, kafa yormamak ve duygusal refakatten kaçınmak, yeni şehit cenazelerini kasabalara ve köylere taşıyor. Bu tür ölümler yüceltiliyor, hatta “özenilen” ölümler oluyor: “Allah herkese şehitliği nasip etsin” gibi.
ÖLÜM VE KORKU
Askerlikte korkusuzluk öğretildiğinden hiç kimse “ölmek istemiyoruz”, ya da “korkuyorum”u dile getiremiyor. Korkmak, ihanet ve suç olarak görülüyor. Korktuğunu söyleyen asker dışlanıyor, hor görülüyor. Halkın da asker ölümlerini yüceltmesi çok insani olan korku duygusunun inkarıyla sonuçlanıyor. Ölüm bir inkâra dayanıyor (Eissler, s. 838).
Ölüme dair her duygu, her konu inkâr ediliyor. Hatta ölüm bile! Ama her yerde ve her şeyde bu kadar sembol varken, bu kadar kutsanan şehitliğin sembolü yok (Eissler, s. 843). Öldürmenin, öldürebilmede ustalaşmış olmanın/ilerlemenin sembolü var: apoletler. Ölenler öteki dünyada daha rahat ve güzel, cennette yaşıyorlar. Bu durum şehitlik, gazilik kurumlarıyla ilgili yüzleşmeyi, buna bağlı olarak da barış konseptlerini düşünmeyi engelliyor. Her ne kadar askerlik ve askerliğe bağlı konular yüceltilse de insan bir yanıyla da insan olarak kalıyor. Belki bu nedenle askerde “gün sayılıyor”, yani “kurtuluş” hesap ediliyor.
Devam edecek
Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***