YORUM | AHMET KURUCAN
Son üç yazımda birtakım izlenimler yazdım ama yer ve şahıs ismi vermedim. Şimdi vereyim; Japonya ve Güney Kore’deydim son 15 gündür. Japonya’da yılbaşı tatilini değerlendirmek isteyen ve bunun için biraraya gelen arkadaşların daveti sonucu gittim eşimle birlikte. 12 günü aşkın beraberliğin bana kattığı çok şeyler oldu. 3. gelişim Japonya’ya. Önceki gelişlerimden çok daha fazla şeyler öğrendim Japon tarihi, kültürü, medeniyeti hakkında. Ardından Güney Kore’ye geçtik. İlk gidişimiz. Bizdeki Anadolu kaplanları mucizesi diye adlandırılan hususun burada son 20 yıldır bütün ülkeye yayıldığını gördüm. İnanılmaz şeyler öğrendim. Öğrendiğim hemen her şey bir taraftan beni şaşkına çevirirken diğer taraftan mukayeseler yapmama vesile oldu. Çok güzel insanlarla tanıştım her iki ülkede. Yeni dostluklar kurduk eşimle birlikte. Telefon rehberi yazımda ifade ettiğim gibi nice yeni arkadaşları rehberimize ilave ettik. Uzun ve yorucu bir yolculuk, uzun ve hasretli bir ayrılıştı 22 yıldır yaşadığımız ve artık vatanımız dediğimiz topraklardan. Fakat değdi. İyi ki gelmişiz, gezmişiz, görmüşüz, öğrenmişiz, tanışmışız dedirtti her iki gezi de bize.
Bazı izlenimler paylaşacağım bu ve sonraki iki yazımda. Önce Japonya. Japonya’da ilk dikkatimi çeken şey kalabalıklar içindeki dinginlik oldu. Mübalağa yapıyorsun diyebilirsiniz. Evet, mübalağa yapıyorum. Zaten dinginlik dünyada en çok arzulanan ama bir türlü ulaşılamayan ruh hali demek. Fakat aşağıdaki satırlarda hissiyatımı tam aktarabilirsem belki hak verirsiniz bana.
Şöyle ki günde milyonlarca insanın kullandığı metro istasyonlarındayız. Tokyo’dan Yokohama’ya veya Osaka’ya gideceğiz mesela. Tren istasyonu o kadar kalabalık o kadar kalabalık ki iğne atsan yere düşmeyecek deyimini hatırlatan bir keyfiyette. Herkes bir yerlere gidiyor, herkes bir yerlerden geliyor. Kimisi kalkış saatinden bir saniye bile sekmeyen trenini yakalamaya çalışıyor kimisi trenden inmiş bizim Tavşanlı tabiri ile işine, eşine, aşına, evine doğru koşuyor. Bakın burada mübalağa etmiyorum, oluk oluk insan yığını sürekli bir yerden bir başka yere hızlı adımlarla yürüyor. Bu manzara bana Safa Merve arasındaki sa’y’i hatırlattı. Ya da Müzdelife’den Mina’ya akan insan topluluğunu. Hani “İnsanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin” diyor ya Kur’an, aynen onun gibi. Söyledim yanımdaki arkadaşlara. Bir ara durdum tam bir kavşak noktasında dört taraftan akan insan kitlesinin kısa bir videosunu da çektim.
“Ne var bunda, youtube platformuna Tokyo metro istasyonu yazsan bu manzarayı görebilirsin” diyebilirsiniz. Haklısınız, görebilirsiniz, bu gözlemi o videoyu seyrederek de yapabilirsiniz ama şu sonuca ulaşamazsınız. Ben de zaten bu sonucu anlatmak için kaleme aldım bu satırları; dinginlik.
Binlerce insanın sağa sola koştuğu o ortamda sanki rüzgarsız bir günde deniz dalgalarının sakince kıyıya vurduğu bir sahil kenarında imiş gibi hissettim kendimi. Dere kenarında yolda yürürken dere sularının küçük küçük taşlara vurarak çıkarttığı sesli ortamda ya da dağ başında ılgım ılgım esen ve saçları hafif hafif dalgalandıran rüzgarlı bir havada duyduğum huzuru duydum. Tam bir zıtlıklar arenası. Telaşe ve sakinlik, kalabalık ve yalnızlık, gürültü ve sessizlik. Bedene yorgunluk verse de ruha, kalbe, gönle rahatlık veren bir atmosfer. Yorulmadan yorulmak. Evet ilk izlenimim bu.
İkincisi katıldığım programlarda kadınıyla erkeğiyle insanlarımızın birbirileriyle olan muhabbeti, sevgisi, saygısı ve inandıkları ideal uğruna yapageldikleri faaliyetlere, eğitim diyerek, diyalog diyerek dur durak bilmeden devam etmeleri. Önce kendi kimliklerini muhafaza, çocuklarının kimliklerini inşa hususunda tarifi imkansız gayret göstermeleri. Hele Japon kadınlarla evli olanların dil sorununu aşmış olsalar bile özellikle çocukları ekseninde gösterdikleri kaygılar ve çabalar tek kelime ile takdire şayan. Onun için yıl başı tatillerini böylesi bir programda harcıyorlar eşleri ve çocukları ile birlikte.
Takdir dedim. Takdirin ötesinde bir kelime olsa onu kullanırım. Neden mi? Din, dil ve kültür beraberliği olan bazı eşlerin ana vatanlarında çocukları için duymadıkları kaygıyı, göstermedikleri çabayı duydukları ve gösterdikleri için. Normal değil mi bu? Etnik, dini ve kültürel kimlikleri adına azınlık oldukları ülkede yaşamıyorlar diyebilirsiniz. Hayır değil. Çünkü küçücük bir köy haline gelen dünyada yaşıyoruz. İletişim ve ulaşım vasıtalarının gelişmişliği coğrafi ve fiziki sınırları kaldırdı. Öyle ki dünyanın öte yakasındaki bir insan aynı apartmanda üst katımızda yaşayan komşumuzdan bize daha yakın ve bizi daha çok etkiler hale geldi. Böyle olunca mesela Müslüman çoğunluklu ülkeymiş, Müslümanların azınlıkta olduğu ülkeymiş ayrımı kendiliğinden ortadan kalktı. Dolayısıyla bugün dünya üzerinde nerede yaşarsa yaşasın her anne babanın hem kendileri hem de çocukları adına bu kaygıyı duymaları tabii ve zaruridir. Fakat duymayan anne babalar var. “Saldım çayıra Mevlam kayıra!” havasındalar. İşte bu sebeple takdir ediyorum buradaki insanımızı.
130 milyonluk ülkede yaşayan bu bir avuç kendi insanımız bir taraftan kendimiz, kendi çocuklarımız ve yerlisiyle yabancısıyla ülke insanı derken diğer taraftan iman ve ideal bağı ile bağlı oldukları kardeşlerini hiç unutmuyorlar. Hayatları boyunca beraber bir bardak çay bile içmedikleri zalimin zulmü altında inleyen insanlara ellerinden gelen maddi manevi yardımları etmek için nice fedakarlıklar yapıyorlar. Ben şahidim, kamp süresince her beş vakit namazın ardında onlara dua ettiler. Yüksek sesle söylenen amin nidalarının karşılıksız kalmayacağı inancı içinde hem de. Bilirsiniz, fotoğraf karesi zamanı dondurur. Ne kadar isterdim, amin seslerinin göklere doğru yükseldiği bu donmuş zamanı, mekanı ve insanları bir fotoğraf karesi içinde size gösterebilseydim.
Manevi olarak dua bir tarafa maddi olarak da yardım yapmak için çalışıyor ve çabalıyorlar. Az dahi olsa maddi yardım yapmayı Hizmet idealine gönül vermiş olmanın, gönül bağının devam ettiriyor olmanın ölçüsü olarak ortaya koyuyorlar. Meşhur hikayedir. Kim bilir belki de gerçektir. Hani kardeşini sırtlayıp dağa çıkarmakta olan bir adama: “yükün ağır” demişler. O da cevaben: “Bu benim yüküm değil ki; kardeşim” demiş ya, herkesin geride kalan kardeşlerine sahip çıkması bana bunu hatırlattı.
Bu yaklaşımı bir kelime ile ifade et deseniz kerim ve ekrem dostumum çok sık kullandığı kavramı ondan ödünç alarak “direniş” derim. Dün diriliş erleri olarak çalışan bu insanlar şimdi direnişin sembolü olmuşlar. Bir hadisi şerifte ifade edildiği gibi birbirlerini Allah için seven, birleşmeleri de ayrılmaları da Allah için olan insanların günümüzdeki örnekleri. Minnet O’na, şükran O’na, teşekkürler de bu kervana karınca kararınca destek veren herkese.
Devam edeceğim nasipse.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***