İtaatkar kişilik asker matrisiyle birleştiğinde facialar ihtimali da çoğalıyor. “Asker matrisi” (Die Soldatenmatrix), psikanalist Robi Friedman’ın 2018 yılında geliştirdiği bir kavram; bir fenomeni anlatabilmek için kullanıyor. Mesela “barış süreci” olarak adlandırılan, Kürtlerle yaşanan sorunların çözülmesine yönelik çalışmalar yapıldığında (2012) itaatkâr kişilikler birçok yerde iktidarın istekleri doğrultusunda barış güzellemeleri yaptılar. Kuşkusuz barış güzel bir şey. Ama iktidarın bu süreci sonlandırmasından kısa bir süre sonra aynı insanlar savaşın güzelliğini, en azından kaçınılmazlığını anlatıyorlardı. Dün söylediklerinin hiçbir hükmü yoktu. Bununla birlikte, çok tutarsız olan bu tutumda iktidara itaat konusunda büyük bir tutarlılık var.
Barışı ya da savaşı inandıkları için değil, sadece itaat amaçlı savunuyorlar. Friedman, insanların çok kısa zamanda askeri bir söyleme nasıl yöneldiklerini analiz ederken asker matrisinin burada belirgin olduğunu anlatır. Matris, S. H. Foulkes’ın grup terapisinde grup üyelerinin birbirleriyle dolaylı ve dolaysız ilişkilenme ve etkileşimlerini tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Friedman, bir toplumdaki kişilerin birbirleriyle askeri ilişkilenmelerini grup matrisi üzerinden anlatır. Bu ilişkilenmeyi, karşılıklı olarak birbirlerini askeri motive etmenin ve savaşçı söylemin hızla yayılmasını analiz eder.
Bu matris kültüre yerleştiğinde, insanlar sanki kısa zamanda kimlik değiştirmişçesine postallarını giyip yüzlerine savaş boyaları sürebiliyorlar. Bu süreç başladığında duygulardan ve rasyonaliteden uzaklaşılıyor. İnsanlar “Tek vücut, tek yürek!” oluyor, bireysel olanı en aza indirgiyorlar.
Führer’le, başbuğla ve reisle özdeşleşerek aralarında başka insanların olma ihtimalini de yok ediyorlar. Burada artık kitle psikolojisi aktif hale geliyor. Mantığın dışında, duyguların olmadığı bir yer… Herkes gruba dahil olma ve grubun dışında kalmama derdine düşüyor; grubun dışında olmak, dışlanmak ve sosyal ilişkilerin bitmesi anlamına geldiğinden (hain, vatan haini ve terörist olarak yaftalanmak), korku da yaratıyor.
Asker matrisi Türk olmanın ön koşulu. “Her Türk asker doğar” söylemi Türk aidiyetinin çerçevesini çiziyor. Size sunulan bir tehlike varsa (çünkü savaş, vatan tehlikede olduğunda gereklidir) ve iktidar/komutan/reis vatanın elden gidiyor olduğunu söylerse, her Türk asker olup savaşa gitmek zorundadır. Bu Türk olmanın ön kabulüdür. Bu matris sadece söylemle de kalmaz; Türklük mitolojiler, kahramanlık öyküleri ve marşlar üzerinden bilince kazınır ve bilinç ötesine işlenir.
“Her Türk asker doğar” sloganı toplumdaki farklılıkları da ortadan kaldırır. Kadın-erkek, asker-komutan, zengin-yoksul gibi. Bu imajiner/kurgusal eşitleme pozitif bir duygu da yaratır. Askerlik ayrıca kutsalın onayını da alır: Asker ocağı “Peygamber ocağı”dır. Her Müslüman-Türk, askerlik üzerinden peygamberine ve kutsala yakınlık yaşar. Ayrıca savaşmak, gazi ya da şehit olmak suretiyle Tanrı’nın en sevdiği kul olma mertebesine ulaşmakla onore edilir. Bu kimliğin tarihsel dokusunda da askeri matris vardır. Cumhuriyeti kuranlar askerlerdir. Kuruluş harcında bu matris mevcuttur. Daha sonra da askerler iktidarın bir parçası olmuşlardır.
Askerlik ayrıca erkek kimliğiyle de ilişkilidir. Erkek olmak, vatani görevini, yani askerliğini yapmakla mümkündür. Bunu yapmayanlar korkak ya da eksiktir; dolayısıyla tam erkek sayılmazlar. Askeriyenin çok katı bir hiyerarşisinin olması, itaatin ön koşul olarak dayatılması, üstün verdiği emirlerin ast tarafından sorgulanamaması, yapay itaati daha da karmaşık ve tehlikeli hale dönüştürüyor. İşte bu matris ve itaat, çok tehlikeli bir grup dinamiğini de içinde taşıyor. Emirlere uyan tek tip bir insan profili yetiştiriliyor ve “öteki” düşman olarak işaret edildiğinde çok kısa zamanda kılıçlar çekilebiliyor; böylece tüm insani değerler kitlece rafa kaldırılabiliyor.
Tarihin tek taraflı ve kutuplaştırıcı şekilde “biz ve düşmanlar” söylemiyle öğretilmesi, dilin şiddet ve savaşçı hali ve bunun barış dönemlerinde bile barışçıl bir hale dönüştürülmemesi, mesela spor müsabakalarının savaşçı bir dille anlatılması ve bütün bunların dolaylı olarak insanları militarist yapmaya eğilimi… Günlük hayatımız ve kültürümüz şiddete dayalı bir dili içeriyor, böylece de barış dönemlerinde bile savaşçı bir ruh halini ayakta tutuyoruz. Bu durum gündelik ilişkilerimize, hatta aşk ilişkilerimize dahi yansıyor. Düğmeye basıldığında, yani birileri savaş çığırtkanlığı yapmaya başladığında içimizdeki bu durum aktif hale geliyor. Terapilerde, travma anlatılarında bile “tetiklemek”ten, stres “yönetmek”ten, duygularımıza “hakim olmak”tan; aşk ilişkilerinde bile “asla taviz vermemek”ten, ezmekten ve “kendimizi ezdirmemek”ten söz ediyoruz. Çocukların okulun önünde sıra olması, belirli bir üniforma giymesi, yakın zamana kadar saçlarının kısa olması, Birinci Dünya Savaşı’nın izlerinin kültürümüzde hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Sevginin kavramları bile rekabetçi kapitalizme uygun ekonomik terimler içeriyor; ilişkiye “yatırım yapmak” ve ilişkiden “kazancının” ne olduğunu sormak gibi.
VATAN EVİMİZ!
Geleneksel Türk kültüründe aile ekonomik, sosyal ve siyasal bir birimdir. Bir aile başka bir aileye bağımlı olmadan varlığını sürdürebilir. Bu durum aileyi diğer ailelere karşı bağımsızlaştırırken, aynı zamanda aile içinde bireylerin de birbirine bağımlılığını maksimum düzeye getirir. Bu da aile bireylerine birey olma, bireyselleşme izni vermez. Aile üzerinden kolektif bir kültür oluşturulur.
Ailede ekonomik birlik vardır ve gelir aile reisindedir, diğer üyeler reise gereksinimlerini söylerler ve bu gereksinimlerin giderilmesine reis karar verir, parayı o denetler. Aile sosyal bir birimdir; üyelerinin birbirine destek olması ve dayanışması bir vazifedir. Siyasal bir birimdir; başka ailelerle çatışma durumunda her aile üyesi, suçlu olup olmadığına bakmaksızın kendi ailesine destek verir. Ait olunan gruplar da büyük aile gibi görülür.
Ailenin bir reisi vardır, grubu o idare eder. Türk milleti ve Türkler kardeştir, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” Kendi arasında bir yığın çatışmayı ve farklılığı yaşarken “dış düşman/başka aile” söz konusu olunca bu durum milli mesele ilan edilir ve muhalefet partileri iktidarın ardında sıra olurlar. Bu sıralanmada kimin ne kadar hatalı olduğuna bakılmaz. “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” Bunu yapmayanlar aileye, vatana ihanet etmiştir. Müslümanların da kardeş olduğu ön kabulü vardır.
Ailenin yuvası varken, milletin yuvası anavatandır. Nasıl ki aileye karşı bir eylem olduğunda sınırlar ve hane savunulursa vatan da öyle savunulur… Kriz/savaş anında gruplar arasındaki farklılıklar görmezden gelinir. Freud, bu farklılıkların ortadan kalkması ve aynılaşma üzerinden de grup üyelerinin birbiriyle bağ oluşturduklarını yazar (Kitle Psikolojisi, 1975, s. 6). İzmirli biri bu anlamda asker elbisesiyle Suriye’de savaşırken aslında bunu hanesini ve ailesini savunduğu kurgusuyla yapar.
Freud insanın bir “üst ben”i olduğundan söz eder. Bu toplumdaki değerler, ahlakın içselleştirilmesiyle oluşur. Savaş döneminde bu “üst ben” öndere, reise teslim edilir. “Üst ben”in en önemli fonksiyonu, yapılan bir hatada insanda suçluluk duygusunun oluşmasını sağlamasıdır. İşte kriz ve savaş döneminde “üst ben”in reise/başbuğa teslimiyeti, bireyde yaptığı eylemden ötürü bir suçluluk duygusu oluşturmaz, birey kendi eyleminin sorumluluğunu önderine yükler. Sosyal korku vicdanın çekirdeğini oluşturur (Freud, Kitle Psikolojisi, 1975, s. 8). Savaşta bu sosyal korku ortadan kalkar; bu anlamda savaşanların vicdanı yoktur ve askerler bu vicdansızlığa eğitilirler.
KİTLENİN PSİKOLOJİSİ
İnsanların grup içinde, kitle olmaları halini kapsamlı biçimde inceleyen Gustave Le Bon’dur (Psychologie der Massen [Kitleler Psikolojisi], 2021, 25. Baskı). Kitleyi diğer gruplardan ayıran en belirgin özellik, kitlenin çok çabuk etkilenebilir olmasıdır (s. 43). Kitle eleştirel ve rasyonel düşünmeyi çabuk terk eder ve çabuk söylenceler oluşturur; yani abartılıdır anlatıları ve inandıkları (s. 44).
Kitle normal bir grup değildir; tarikatvari bir örgütlenmesi ve kendine özgün düşünme biçimi vardır. Ruh halleri anormaldir, çünkü kitle her olayı, her enformasyonu deforme dererek, eleştirel düşünceden uzak algılar ve bu manipüle ettiği enformasyon onun tartışmamız realitesi olur. Ötekine dair söylenceleri kötüdür. Bu kötü hiç iyiyi barındırmaz. Kutuplaşmada da kendisine yaklaşımı da abartılıdır. O katıksız ve her durumda iyidir. Bu iyi ve kötü bilginin manipülasyonuyla ve öznel psikolojik gerçekliğine uygun bir değerlendirmeden geçer ve böylece eksik ve yanlış bilgi bu dev gözlükle tartışmasız ve mutlak gerçeklik olur. Mesela Madımak’ı yakanlar bizzat benzin döküp ateşe verdiler ve bunu Tanrı’nın ateşi olarak değerlendirdiler. Tanrı ve ateş, zaten dinsel anlatılarında da yoğun bir biçimde geçtiğinden bu ilişkilendirmede zorlanmadılar; çünkü Tanrı da kötüyü cehennemde ateşle, sonsuza dek yakarak cezalandırıyordu.
Kitlenin gerçekliği çarpıtılmış bir gerçekliktir. Çarpıtılan gerçeklik aslında “kolektif halüsinasyon”dur (Le Bon, 2021, s. 46). İnancın insanın algılamasını etkileyen bir yanı var ve bu çok etkili. 1966 Dünya Kupası final maçı… Atılan bir gol, gol mü değil mi hâlâ tartışılıyor. Maç görüntüleri en gelişmiş teknolojik aletlerle ölçülüp biçiliyor ama her taraf kendi inancından ötürü gol olduğunu ya da olmadığını savunuyor. İnanç, algılamayı dolaysız şekilde etkiliyor. Bilimsel veriler de bu inancın filtresinden geçiyor. Bir deney yapsak ve siyah bir örtüde küçük beyaz noktaların olduğunu söylesek. Aslında bu noktaların olmadığını, ama biz dikkatlice bakıldığında görüldüğünü söylesek, deneye katılanların çoğu beyaz nokta görmek için bakacaklarından, mutlaka bu noktaları göreceklerdir.
Bazı denekler görmediklerini söylediklerinde, deneye katılanlar diğerleri ağız birliğiyle bu beyaz noktaların olduğunu iddia edince, göremediğini söyleyen denekler bu görememe durumunu kendi hataları ya da dikkatsizlikleri olarak tanımlayıp yeniden baktıklarında mutlaka bu olmayan ama olduğu iddia edilen noktaları göreceklerdir. UFO filmleri izleyen kasabalılar da gökyüzüne bakınca uzaylıları görüyorlar sıkça. Birey kitle içinde kitlenin dışlamasından çekindiğinden, farkında olarak ya da olmayarak kitleye senkronize olur. Böylece kitle içinde tek başına kalmamak için şüphecilikten vazgeçer (s. 53).
KİTLE: BİREY OLMAKTAN VAZGEÇİŞ
Kitlenin karmaşık sorunlara çözümü çok basit ve anlaşılırdır. En karışık problemler basite indirilir. Kötülüğün kaynağı düşmanlarımızdır. Düşmanı yok edersek tüm sorunlarımız çözülür. Karmaşık sorunların basitleştirilmesi kitleyi ayartır. Bu basit çözüme ulaşmak için de kitle içinde birey daha cesur davranır. Bu kendi cesaretinden çok, kitlenin oluşturduğu dinamiğe dairdir.
Sorumluluk kitlede anonimleştiğinden suça yönelim çoğalır. Ayrıca kitle işleyeceği suçun cezasının olmadığını bilir. Hiçbir asker savaşta öldürdüğü insan (düşman) için yargılanmaz. Öldürmek savaşın kaçınılmaz gereğidir. Savaşta katillik, katillik sayılmaz. Suça eğilimin bir başka nedeni de şudur: Acımasızlık ve zulüm, güç ve iktidar sahibi olmak sayılır. Sadizm, acımasızlık ve zulüm hakimiyet kurma biçimidir. Hakimiyet ise ötekine tahammülsüzlük anlamına gelir (s. 57). Her çelişki, her olumsuzluk yok ederek, yani yıkarak ve öldürerek ‘”çözülür”(!). Bu çelişkisizlik ve aynılık harmoni sayıldığından, bu durumun bir hareketsizlik ve bir çeşit ölüm olduğu gerçeği inkâr edilir.
Kitle içindeki birey, birey olma özelliklerinden vazgeçer ve kitlenin bir parçası olarak reisine/Führer’ine sonsuz itaat eder. Birey olmaktan vazgeçmek ve insanın bireysel sınırlarını ortadan kaldırma anı bir trans duygusu, spiritüal duygulanım demektir. Spiritüal olanı insanlar tarihi boyunca dinsel olanla ve kutsalla içi içe yaşamıştır. İşte bu durumlarda kutsalla ilişkilenen bir ruh hali vardır. İşte bu hal coşkuyu çoğaltır. Bu coşku hayranlık yaratır ve bu kitle hali yayılmacıdır. Bu anda bir kahraman başbuğ/reis/Führer ortaya çıkar. Aslında bu ortaya çıkış teatral sahnelerdir. Bir star gibi sunulur. İşte bu sunuşta bir kahraman doğar. Kahramanlık yapmadan yaratılan bir kahraman. Bu kişi kitlenin içinden yükseğe çıkar. Mizansen böyledir.
Bizden biri ama bizden yüce (sahnede). Tanrısal özellikler bu kişiye yansıtılır. Tanrı da yücedir, Tanrı da yükseklerde oturur; insanın fantezisinde Tanrı’nın yeri yükseklerde, ulaşılamayan yerdedir. Sahnedeki gibi Tanrı da bize yukarıdan bakar. O yukarıda biz aşağıdayızdır. Bizi mutlu eden ona inanıyor olmamızdır. Böylece onun bir parçası olduğumuzu hayal ederiz… Bu andan itibaren pozitif duyguya paralel yıkıcı bir güç de ortaya çıkar. Bireyin kendisinden vazgeçmesi aslında şiddet içerir. Ama kitleyle bütünleşmeden ötürü bu şiddet görmezden gelinir ve böylece coşku yoğun yaşanır. Buradaki agresyon muhafaza edilir ve daha sonra şiddet ortaya çıktığında bu depolanmış agresyon da dışa vurulur. İşte bu coşku anında biri kuşkuluysa ve boyun eğmeyi reddederek “öteki” olursa, tüm öfke bu kişiye/gruba yöneltilir ve yıkıcı ve yok edici bir şiddet oluşur. Böyle bir kitle mantık dışı bir yerdedir ve bu kitleyle mantık üzerinden ilişki kurulamaz. Büyülenmiştir adeta. Bu nedenle bu kitle aykırı sesleri yok eder.
GENE PSİKANALİZ, GENE FREUD
Freud, Kitle Psikolojisi’ndeki tezlerini Gustave Le Bon’un tezlerini inceleyerek geliştirir. Kitle bir kütle gibidir ve kitlede birey olmaz (1975, s.12). Freud kitleleri ayrıntılandırır: Homojen-heterojen, geçici-uzun ömürlü ve önderli-öndersiz kitleler gibi. Doğal ve yapay kitleler, ilkel ve iyi örgütlenmiş kitleler vardır… Freud’a göre kilise ve ordu yapay örgütlenmiş kitlelerdir ve dış zorlamayla oluşturulur, bireye fikri sorulmaz. Yani Türkiye’de Müslüman bir ailede doğan çocuğa da inancı seçtirilmez ve çocuğun beyni yıkanarak inancı ona aşılanır.
Benzer şeyler Hıristiyanlar için de geçerlidir; çocuğun iradesine, keyfine bırakılmaz. Kilise ve orduyu bir illüzyonla ilişkilendirir Freud: “Orduda aynı illüzyon yaşanır, yani kitlenin bütün bireylerini ayrım gözetmeksizin seven bir önderin bulunduğuna inanılır” (s. 34) ve ordudaki bu önder, başkomutandır. Burada bir eşitlik duygusu yaratılır; bu duygu çok önemli bir gereksinimdir ve ayartıcıdır. Önemlidir, çünkü insan yaşamı doğumdan ölüme kadar eşitsizlikler ve adaletsizlikler içerir. Bu da eşitlik ve adalete hasreti çoğaltır. İşte ordu herkese eşitmiş gibi bir duygu verir. Bireysel olanın hiçlenmesi ve herkesin adının bile aynı olması (Mehmetçik) bu eşitlik duygusunu perçinler.
Orduda askere yapılan zorlamaları, talimleri komutanlar bir kaçınılmazlık ve görev olarak tanımlar, “kötü” askerlikteki fonksiyona yüklenir ve böylece komutan kendini kişi olarak aklar. Komutan zaten kişi olarak ve başka kontekstte askeri “evladı gibi” gördüğünü gösterir. Bir gün önce askere ettiği küfür de askerin “iyiliği için”dir. Bu kontekst zaten asker için de çok tanıdıktır: Anne-baba da çocuğu döverken ve aşağılarken bunları onu “adam etmek” için, “onun iyiliği için” yapmaktadır.
Komutanın askere böyle davranması askeri şaşırtmaz. Bu kötülüklerin çoğu askeri eğitmek ve terbiye etmek içindir. Mehmetçikler eşittir ve komutanlar adildir. Bu duyguyu perçinlemek için zaten bir yığın önlem de alınmıştır: Herkes aynı yemeği yer, herkes aynı saatte uyandırılır ve herkes aynı saatte uyumaya zorlanır; herkes aynı kıyafeti, çorabı, ayakkabıyı giyer, saçlar aynı şekilde kesilir. Bu aynılık eşitlik olarak sunulur. Birey ve bireysel olan en aza indirilir. Komutanlar (baba/tanrı) tüm çocuklarına aynı davranır, yaptığı kötülük bile aslında istemediği halde çocuğun iyiliği içindir.
DEVAM EDECEK.
Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***