Roma’da eşiklerin tanrısı olarak bilinen Janus, aynı zamanda Yeni Yıl tanrısıdır ve ocak ayı adını ona borçludur, january, Janus’tan gelir ve yeni yıl eşiğe, aralığa, duraksamaya, kavşağa aittir. Janus’un biri önde biri arkada iki yüzü olduğunu biliyorsunuz, geçmişe ve geleceğe bakış. Bu eşik fikrine ilişkin burada söz edeceğim pek çok şeyi öğrendiğim Jay Griffiths, noel süslemelerinin hep kapılarla, pencerelerle olan ilişkisini hatırlatır. Kapıda durmakta olanın ne olduğu bilinmez, ama her durumda bir beklentiye asılmış bir çan gibidir. Çın çın çın.
Bu sese illet olanlar, her sene yeni bir yılın gelişini kutlama konusunda sürekli sorun çıkarıp, “bu bizim kültürümüze aykırı” diye söylenirken, çok uzun zaman önce, belirli bir zaman anlayışının küreselleştiği gerçeğini bilmezden gelirler.
Evet, zamanın tarif edilişi gerçekten ideolojik bir şeydir ama aynı homurtular, mesela “vakit nakittir” diyen o berbat sese karşı da azcık duyarlı olsalar ve içinde bulunduğumuz homojenleştirilmiş zamanın tuzaklarına karşı bizi uyarsalar kendileriyle bir bağlantı kurmamız mümkün olabilirdi.
Ya da Greenwich’in başlangıç meridyeni olarak kabul edilmesinin tek sebebinin, İngiltere’nin denizcilikteki başarısına bağlı olduğunu, dalgalara hükmedecek araçlar geliştirdikleri için, zaman üzerinde hükümdarlık kurduklarını söyleyip, iktidar ve zaman konusunda bağırıp çağırsalardı, her sömürgecinin yerel zamanı gaspettiğini ve zamanı tekdüzeleştirdiğini söylemiş olsalardı, kendilerine “oleey, çok haklısınız” derdik elbette.
İsa’dan önce ve sonra diye kurgulanan zaman, “tarihi başlatırken miti kovalamıştır.” Sözgelimi Başpiskopos James Ussher, Dünya Yıllıkları’nda (1650) -Griffiths’in aktardığına göre-, şöyle yazar: “Dünya, MÖ 4004’te, 22 Ekim’de, akşam saat altıda yaratılmıştır.” Geçmiş, tarihsel, çizgisel ve sınırlı bir şeye böyle dönüşmüştür.
Çok sıkıcı bence de, ama yapacak bir şey yok. Modern zamanlar hepimizi aynı dakikanın içine hapsetmek için çok çalıştı, “artık” zamanları ortadan kaldırmak için önce günleri, sonra dakikaları, sonra da saniyeleri yedi, bu bile zamanın kafamıza göre düzenlendiğinin en güzel göstergesiyken kalkıp çiçek zamanıyla, koku zamanıyla, ya da zamanı saymayıp tarif eden, mesela karanlık bir geceye, sen-kimsin gecesi diyen o güzel Brundilerle dalga geçmek hakikaten pek acaiptir.
Yeni yıl kutlamaları, kırpıla kırpıla elimizden alınan ve feci halde sıkıcılaştırılmış köle zamanın geçmişe minicik bir göz kırpmasıdır, eğer arkaik zamanlarda yaşasaydık yığınlarca festivalimiz ve topluca eğlendiğimiz günlerimiz olacaktı. Bu, pagandan tek tanrılı dinlere geçerken uygarlığımıza iliştirilmiş bir ciddiyet maskesidir, eril kronos’un dişil kairos üzerindeki hakimiyetini gösterir, bize neşeyi unutturmak için çalışan din severler, kendi takvimlerini pagan takvimine yaklaştırarak mümin devşirmişlerdir.
Ama yine de Ortaçağ’da Noel’de on iki gün boyunca toplumsal baskıları gevşeten kutlamalar, Kış gündönümü festivalinden kalmadır.
Onun geçmişinde ise Eski Roma’da Kronos ile ilişkili olan Satürn heykelinin yıl boyunca vurulduğu zincirler vardır, yeni yıl geldiğinde bu zincirler çözülecek ve simgesel özgürlük başlayacaktır.
On iki gün, eski kutlamaların yankısını taşıyan zamanlardı Ortaçağ’da, on ikinci gün, yeni yılın ilk günüydü.
Ama benim en sevdiğim, yeni yıla, önceki yılın kirlettiklerini “saflaştırma” imkanını tanıyan o çok eski anlayıştır.
Zamanın eski algısındaki çeşitlilik, onun bölünemeyecek kadar canlı bir şey olduğuna inanış ve hayal edemeyeceğimiz kadar zengin benzetmeler ve çağrışımlardan çok değil, bir miktar bile kalsaydı, kesinlikle daha ümitli ve daha anlayışlı insanlar olabilirdik.
Tek bir biçime uymak zorunda kalan mutsuz modern insanlar, takvimlerini ellerinden alanlara karşı öfkelerini, benzer bir tek biçimlilikle gösterecekler hep. Kaybettiklerinin yasını sonsuza kadar uzatmak için, oysa eski inançlarda yasın ve lanetin süresi de bir yıldır. Bir başlangıca ümitle bakabilmek için.
BİR EŞİKTEYİZ
Zamanı canlı bir şey olarak gören ve dönemeçlerine simgesel anlamlar yükleyen bütün mitlerde çok uzak zamanlardan kalan anlamların kalıntısı var. Zamanı bir hükmedişe çeviren şeye, kuru mekanizmaya itiraz eden, kronosu parçalayan, duraklatan, kesintiye uğratan hayal gücüne her şeyden daha fazla ihtiyacımız var.
Bir eşikteyiz yine, yeni bir başlangıcın tazeleştirici nefesindeyiz, hepsini biz uydurduk, bütün bu bölüntüleri, düzenlemeleri, hepsini biz uydurduk. Bir eşikteyiz, neyi hatırlayıp neyi unutacağımız bize bağlı, bir bitişin içerdiği merhamet, buraya kadarmış hepsi diyeceğimiz seçimler, bize bağlı. Hepsini biz uydurduysak yenisini de uydurabiliriz.
Gerçekten zamana hükmediş, dünyaya hükmetmenin bir yoluysa, herkesin zamanını serbest bırakmayı düşleyelim, zaman ne tek ne mutlak: İçinden kuş cıvıltıları geçen hatırlayışların zamanı, “böğürtlenlerin olgunlaştığı ay”, leyleklerin dönüş zamanı, yaprakların düştüğü zaman, ilk aşık olduğumuz zaman, ilk hayır dediğimiz zaman. Hepsi bizim zamanımız.
Bir yılın geçtiğini anlatmak için Yakutlar, “dünya geçti” dermiş. Dünya geçti, kapı önlerine, sundurmalara, küçük mucizelere ve kurduğumuz her şeyin başka türlü kurulabileceğine inanalım. Mutlu yılı birlikte çağıralım.
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***