“Bütün ülkede siyasi hayatın boğulmasıyla birlikte, Sovyetlerdeki yaşamın da giderek sönükleşmesi kaçınılmaz. Genel seçimler, engelsiz basın ve toplantı özgürlükleri, özgür fikir mücadelesi olmadığında, tüm kamu kurumlarındaki yaşam sona erer, bürokrasinin tek başına etkin unsuru meydana getirdiği sahte bir yaşama dönüşür… Kamusal yaşam yavaş yavaş uykuya dalar…” (Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, (1918), Aktaran: Arthur Rosenberg, Bolşevizm Tarihi, Çev: Levent Konca, Habitus, 2014, s. 122)
“Birtakım ayrıcalıkların değerini her zaman onları yitirdikten sonra anlamışızdır. SSCB’de (ya da Almanya’da) biraz yaşamak, düşünce özgürlüğünün ne paha biçilmez bir şey olduğunu anlamamıza yardımcı olur.” (André Gide, SSCB’den Dönüş, (1936), Çev: Ender Bedisel, Anahtar, 1992, s. 52)
“Marksizmi ölüm döşeğine düşüren, duvarın çökmesi değil, cesur ve eleştirel düşünme ruhunun çökmüş olmasıdır.” (Gün Zileli, “Tersinden mi Düzünden mi?” (Köxüz, 25 Eylül 2005)
Flutv’deki “Bir Anarşist Gördüm” programında İlker Canikligil’in, “sizin için, hep sola vuruyor, sağa hiç vurmuyor diyorlar” sorusu üzerine, “sağa ne vuracağım, sağa allah vurmuş” demiştim de hep birlikte gülmüştük.
SAĞIN DÜŞÜNSEL ZAYIFLIĞI SOL’U DA ZAYIFLATIR
Gerçekten de, solun sağ üzerindeki ideolojik üstünlüğünün nedeni, solun düşünsel alanda gösterdiği performanstan çok, sağın düşünsel bakımdan yerlerde sürünen halidir. Ne var ki, bu üstünlük, solu düşünsel bakımdan iyiden iyiye tembelleştirmiştir. Çok zayıf takımlarla karşılaşan bir futbol takımı, maçları kolayca kazanmasına sevinir ama oyun yeteneğinin bir süre sonra önemli bir düşüş gösterdiğinin farkına bile varmaz.
ÖZGÜRLÜKLERİN BAŞINA “BURJUVA” YAFTASI ASMAK
Alalım özgürlükler meselesini. Sol, her zaman yaptığı gibi, özgürlükler meselesinde büyük bir zaaf içinde olduğu halde, bütün özgürlüklerin başına bir “burjuva” ya da “küçük burjuva” yaftası yapıştırarak işin içinden sıyrılmaktadır yıllar yılı.
Basın özgürlüğü, bireysel özgürlük ve haklar, seçme ve seçilme özgürlüğü, ifade ve örgütlenme özgürlüğü vb… Bunların hepsi “burjuva özgürlükleri”dir. İçinde yaşadıkları kapitalist düzende bu “burjuva özgürlükleri”ni kendileri için savunurlar, hatta, burjuvaziye prim vermeme güdüsüyle, bu özgürlüklerin emekçilerin mücadelesiyle kazanıldığın altını çizerler (kısmen doğrudur bu) ama iş sosyalist düzene gelince işin rengi değişir. Bunların hepsi “burjuva özgürlüğü” denerek yasaklanır ya da geçmiş örneklerdeki bu tür yasakları hiç sorun etmezler. Böylece, Sovyetler Birliği ve diğer “sosyalist” ülkelerdeki özgürlük karşıtı uygulamaları bir güzel aklarlar ya da en azından sessizce geçiştirirler. “Emekçilerin mücadelesiyle kazanılmış özgürlüklerin” bir anda uçup gitmesine hiçbir itirazları olmaz. Öyle ya, kapitalist düzende uğrunda onca mücadele verilen grev hakkının, artık “emekçiler iktidara geldiğine” göre ilga edilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfı “kendisine” karşı grev yapacak değildir ya! Yapmayacaksa neden yasaklıyorsunuz o zaman?!
ÇAĞDAŞ ENGİZİSYON: MOSKOVA YARGILAMALARI
Örneğin, Engizisyondan bile daha korkunç bir uygulama olan, 1936-37 “Moskova yargılamaları” konusunda ya savunmaya geçerler (“Evet, onlar karşıdevrimciydi”) ya da öyle bir şey hiç olmamış gibi davranmayı tercih ederler. İçlerinde, işkenceyle ve çocuklarının idam edileceği tehdidiyle (bu amaçla çocukların cezaî yükümlülüğü 12’ye indirilmişti) alınmış NKVD’nin uydurması “itirafları” bile sanıkların aleyhine kullanmaya ya da idamları haklı göstermeye kalkışanlar vardır. Daha da komiği, “itiraf”ta bulunmayanların da “itirafta bulunmama suçu”yla idam edilmesi gibi cinayetlere seslerini bile çıkartmazlar. Ses çıkartmak ne kelime, bunu bile “makul” bulurlar. Türkçeye 50 yıla yakın bir zaman önce çevrilmiş bir Stalinistin yazdıklarından okuyalım: “Suçlu olduklarını gösteren kanıtlarla karşılaştıkları zaman itirafta bulunmayı reddedenler de ister istemez çıkıyordu. Dolayısıyla, bunlar açık olarak yargılanmıyor, ama gene de idam ediliyorlardı.” (Jack T. Murphy, Stalin, Çev: Celal Üster, Bilim ve Sosyalizm, 1976, s. 209-210)
“TOPLUMCU” SAĞ DA ÖZGÜRLÜK DÜŞMANI
Bunları çok tartıştım, yenileyecek değilim. Benim üzerinde durduğum, 100 yıllık deneyimlerin ardından solun özgürlükler konusunda hâlâ aynı ezberleri tekrarlayıp durmasıdır. İnsanlığın ortak özgürlük değerlerinin başına birer “sınıf” yaftası yapıştırarak işin içinden sıyrıldıklarını sanıyorlar. Aslında sağ da onlar kadar özgürlük düşmanı olduğu için, solu bu açıdan sıkıştırmaya teşebbüs bile etmiyor da, bildik anti-komünist yaveleri tekrarlayarak Ortodoks sola yardımcı oluyor.
Aslında aşırı sağ da sol kadar “toplumcu” olduğu için (nasyonal-sosyalist ya da milliyetçi toplumcu) özgürlük düşmanlığını birey hakları bakımından eleştirme yetisine sahip değildir. Daha doğrusu, böyle yaptığı zaman mızrağın ucunun kendisine yöneleceği hissiyatı içindedir.
Oysa gerçekte sol ya da sosyalist düşüncede toplum ile bireyi karşı karşıya koymak saçmadır. Çünkü “toplum” aslında bir soyutlamadır. Somut bireyi hiçe indirgerseniz toplumu da bir avuç zorbanın önünde hiçe indirgemiş olursunuz ki, geçmiş deneylerde olan budur. Bireyin inkâr edildiği yerde, R. Luxemburg’un belirttiği gibi, toplum da sessizliğe ve atalete itilmiştir.
HUKUKÇULAR DA İDAM EDİLDİ
Stalin devrinde, “sosyalist hukuk” gibi “nazik” bir konuda akıl yürütmeye cesaret eden Krilenko, Paşunakis gibi hukukçular olmuş ve bunlar “ihanetten” mahkûm ve idam edilmiştir. (Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, Çev: Onur Karahanoğlulları, Birikim, 2013, s. 10)
ÜSTÜMÜZDEKİ ÖLÜ TOPRAĞI
Tamam, geçmişte bunlar olmuştur da, solumuz “sosyalist düzen”de özgürlükler meselesini neden hâlâ tartışmaktan imtina eder, söz oraya gelince neden duymazdan gelir ya da başını başka tarafa çevirir? Bir dizi sosyalist ya da sol partimiz var. Hepsinin programını tek tek açıp okumadım ama geleceğin sosyalist düzenindeki bireysel özgürlükler ve hukuk üzerine programlarında tek söz edildiğini sanmıyorum. Yayın organlarında vb. bu konuyu irdeleyen yazılara rastlamazsınız. Stalin tarafından ezilen Troçkistler bile, yayın organlarında (Gerçek) Kronstadt bahriyelilerinin ezilmesini savunuyorsa siz gerisini düşünün artık.
Kısacası, sol, sağın “ölü toprağı”ndan geçinmeyi ya da beleş yaşamayı bırakmalı, büyük bir Rönesans atılımı başlatarak ölü toprağını üstünden atmalıdır.
Aksi takdirde, “geleceğin sosyalizmde olduğu” ya da “Yaşayan Marksizm” iddiaları boş bir böbürlenmeden öteye gitmeyecektir.
Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***