Bu satırların yazarının din, diyanet, tasavvuf, tarikatlar konusunda yazı yazabilecek bir isim olmadığı aşikârdır, malumdur.
Ancak, örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı konusunda çok sayıda yazı yazmışlığım vardır çünkü bir kamu maliyesi profesörü olarak bu anayasal (!) kurumun finansmanı konusunda çok önemli yanlışlarının varlığını görürüm ve bu alanda kalem oynatmak için ilahiyatçı olmaya pek gerek yoktur.
Tarikatlar ve tasavvuf meselesi benim için Diyanet İşleri Başkanlığı kadar aşina olduğum bir konu da değildir ama yine de, müsamahanıza sığınarak, bir, iki şey söylemek istiyorum.
Tasavvuf konusu entelektüel düzeyde sadece benim gibi Türkiye’de doğan büyüyen birinin değil, başka ülkelerin, batı ülkelerinin vatandaşlarının da ilgisini çeken bir konudur, benim de, çok anladığımı da iddia etmeyeyim, kütüphanemde bu alanda (tasavvuf) kitaplar vardır, içlerinde biri de, Abdülbaki Gölpınarlı’nın “100 soruda Tasavvuf” kitabı (Gerçek Yayınevi) benim çok ilgimi çeken bir kitaptır, iki kez okudum, hala konuya ilişkin bir kavrama bakmak için temel başvuru kaynağımdır.
Bu kitaptan öğrendiğimi zannettiğimi ilişkilerin başında da tarikat ve tasavvuf kavramlarının ayrılamaz yakınlığıdır.
Türkiye’de son senelerde tarikat örgütlenmelerinin çok tartışılması üzerine ben de arada sırada isimleri çok geçen bu cemaatlerin bazılarına ilişkin haberleri, mesela İsmailağa Camiasının resmi web sitesi de vardır, uzaktan bir gözle izlemeye çalışıyorum ama gördüklerimden çok da memnun olduğumu söylemem pek mümkün değildir.
KAPATILMALARINA ÇOK SICAK BAKAMIYORUM
Malum, 1925 senesinde tekke ve zaviyeler kapatılıyor, bu oluşumlar da kendilerini ancak camia, cemaat falan biçiminde adlandırabiliyorlar.
Beni birinci planda rahatsız eden konu, açık ara ile, bu oluşumların paylaşımlarının, kimse alınmasın, niteliksizlikleridir.
Bu coğrafyada tarikatların asırlar önce tartıştıkları konu ve kavramların nitelik açısından yanlarına bile yaklaşabilecek bir düzeyde değildirler artık bugünün cemaatları.
Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı yaşıyor olsaydı bugünkü mevcut camialarının (tarikatlar?) bir tanesinin bile acaba yanından geçer mi idi?
Bugünün sözde tarikatlarının Gölpınarlı’nın yayınladığı tasavvufa ilişkin, divan şiirine ilişkin, Melamilik, Bektaşilik üzerine yayınlarının yanına uzaktan yaklaşabilecek düzeyleri var mıdır?
İsmailağa Camiasının sitesine bakıyorum, atlamış olabilirim ama ciddiye alınabilecek, dünya teologlarının ilgisini çekebilecek tek bir yayın var mıdır?
Ancak, bu tarikatlara zerre kadar sempati duymayan ben bile bu oluşumların kapatılması, yasaklanması konusuna çok sıcak bakamıyorum çünkü bu oluşumlar hukuken zaten kapalıdırlar (1925’den beri), Devrim kanunlarına girmeden, denetlenebilecek dernek yapısına girmelidirler.
Denetlenecek olmaları ne demektir?
Entelektüel düzeylerinin, zaten yok mertebesindeler, denetlenmesi söz konusu olamaz, kendi inandıkları dahilinde ne yaparlarsa yine yapsınlar ve yollarına devam etsinler.
Ancak, her türlü faaliyetleri evrensel hukukla, anayasa ile, mer’i kanunlarla asla çelişmemeli, bir kuruş daha kamu kaynağı, menkul ya da gayrimenkul olarak, kullanmamalıdırlar.
Merkezi devletin, yerel yönetimlerin bu tarikat yapılarına arsa, bina falan bağışlamaları söz konusu bile olmamalıdır zira bu yapılar en nihai analizde bir sivil toplum örgütü olarak kalmalıdırlar yani kamu kaynağı kullanmamalıdırlar.
TEMEL SORUN NİTELİK VE AHLAK SORUNUDUR
Faaliyetleri içinde kamu hizmeti benzeri faaliyetler üretmeleri de olamaz, öğrenci yurtları açamazlar, çocuklara, reşit olmayan gençlere dersler üretemezler, MEB da bu tür yapılarla asla ve asla öyle protokoller falan imzalayamaz.
Bu tarikatların (?) reşit üyelerinin ibadet biçimleri de, temel insan hakları ile çelişmediği müddetçe, kimseyi ilgilendirmez ama bu ibadet törenlerine, ritüellerine reşit olmayanların katılımı büyük bir sorundur, mesela zikir ritüellerine reşit olmayanların katılımı düşünülemez bile.
Gözlemlediğim kadarıyla bu tarikat benzeri yapıların mensuplarının ticari ilişkileri çok güçlü, kendi derneklerine (tarikatlarına) bu vergisi ödenmiş gelirlerinden istedikleri kadar bağışta bulunabilirler.
Vergisi ödenmiş gelirden diyorum çünkü bu derneklerin (tarikatlar?) kamu yararı gözeten dernekler, vakıflar statüsü kazanması da olanaksızdır çünkü laik bir devlette tarikat faaliyetleri ile kamu yararı arasında bağ da kurulamaz.
Umarım, merkezi devlet ve yerel yönetimlerle parasal ilişkileri kesilecek bu yapılar makul bir süre içinde entelektüel düzeyi daha yüksek görüşler, yayınlar üretirler, dünya teoloji fakülteleri de bizim tarihimizin bu önemli yapılarından müstefid (istifade ederler) olurlar.
Farkındayım, vakıf statüsündeki bir dini yapılanmayı son günlerde gündeme maalesef getiren konuya bu yazıda hiç girmedim ama bunun nedeni çok aşikar, o yaşta kız çocuklarına kadın diye bakmak cinsi sapıklıktır, cinsi sapıklık üzerine de bir şey yazamam doğrusu.
Son söz: Günümüz sözde tarikatlarının temel sorunu nitelik ve kısmen de ahlak sorunudur.
Neden ahlak sorunudur?
Mesela hiçbir tarikat, cemaat sözcüsünden bugüne dek ihale yolsuzlukları konusunda bir yorum duymadım.
Eh, ahlak da biraz sanki yolsuzluklarla ilgilenmek değil midir?
Yoksa bu tarikatlar bu yolsuzlukların Patagonya’da yapıldığını mı zannediyorlar?
Eser Karakaş: Kadıköy Saint Joseph lisesi muzunu. 1978’de Boğaziçi Üniversitesi İİBF’den mezun oldu. Doktorasını 1985 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yaptı. 1996’dan itibaren İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü’nde profesör olarak ders verdi. Bahçeşehir Üniversitesi İİBF’de Dekanlık yaptı. 2016 yılında 675 sayılı KHK ile ihraç edildi. 2008 yılından itibaren Strasbourg Üniversitesi Science Po’da misafir öğretim görevlisi olarak bulunuyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***