Ellerim ve ayaklarım kaşınıyor. Bir şey alerji yaptı galiba diye düşünüyorum. Zafer’i tepemde dikilmiş beni seyrederken buluyorum. “Yediğim bir şey dokundu galiba Zafer,” diyorum ona. “Dokunan bir şey var ama o yemek değil abi, tahtakuruları,” diyerek gülümsüyor.
Tahtakuruları böylece hayatıma girmiş oluyor. Kos Cezaevi’nin tahtakuruları ile yaşamaya alışmak biraz zaman alıyor. Kim yatağını dışarıya taşıyor, battaniyesini, çarşafını silkeliyor ve arasında tahtakurusu arıyorsa, o gece saldırı altında kaldığını anlıyorum. Koğuşlar ne kadar temizlenirse temizlensin ne kadar ilaçlanırsa ilaçlansın, mahkûmların kanını emmeye devam ediyor.
Koğuşun içinde, elinde çakmak, ranzasında tahtakurusu arayan insanlar görmek artık beni şaşırtmıyor. Ranza demirleriyle adeta bütünleşmiş siyah tahtakurularını, çakmakla yakıp imha etme eylemi günlük bir rutin haline gelmiş. Mahkûmlarla, tahtakurularının savaşının ne kadar büyük olduğunu, yıkanıp havalandırmaya asılan çarşafların üzerindeki onlarca küçük leke izlerinden anlıyorum. Gece harekete geçerek kurbanları ısırmaya başlayınca, uyku arasında kurbanlarının yatak içinde yaptıkları hareketlerin altında ezilen tahtakuruları, çarşaflarda kanlı lekeler olarak kalıyorlar ve elbette kan lekeleri yıkamakla çıkmıyor.
Zafer bir kaptan değil. Türkiye’den Finlandiya’ya gidebilmek için, diğer göçmenlerle aynı teknenin umut yolcularından biriydi. Uzun boyu, esmer yüzü ve gözlerinin üstünde yay gibi gerilmiş kaşları, gülmeyi unutmuş gibi mimiksiz bakan ifadesi, etrafında olup biteni sürekli takip eden gözleri ve konuşmaya başladığında, bir dergâh müridini andıran tavırları ile anılardan ve babadan kalma hikâyelerden oluşan özlü sözleri hemen dikkat çekiyordu.
Kütüphanede bulunan Türkçe kitapları tozlu raflarından alıp, yatağının başucu arkadaşı yapmıştı. Hepsini okumuştu Zafer. Onu sadece kitap okurken hareketsiz bulabilirdiniz. Aynı anda birçok işi yapıyor ve o kadar hızlı hareket ediyordu ki ne zaman, nerede olduğunu takip etmek mümkün olmuyordu. Sanki aynı anda, her yerdeymiş gibiydi Zafer.
Bindiği teknenin kıyıya yakın bozulmasıyla birlikte, kıyıya ulaşmak için diğer göçmenler gibi tekneden denize atlamış ve yeni bir hayat kurma umudu, kıyıya doğru yüzmeye başlamasıyla değişivermişti. Umut yolculuğu risk, cesaret ve tehlike demekti ve tüm bunları göze alan göçmenlerin, kıyıya çıkmak için kendilerini denize atması, kıyaya ulaşma umudu boğulma korkusunun çok çok önündeydi. Zafer yüzme biliyordu ve kıyıya doğru kulaç atmaya başlayınca, arkasından yükselen yardım çığlıklarını omuzlarında hissetmişti.
“Durup arkama baktım. Herkes can havliyle kıyıya ulaşmaya çalışıyordu ama yüzme bilmeyenler denizin üzerinde çırpınıyordu. İki yaşlı insan ve genç birinin çırpındığını gördüm. Ya kıyıya doğru yüzmeye devam edecek ve arkama bakmayacaktım, ya da geri dönüp onları kurtarmaya çalışacaktım. Geri döndüm. Tekneden birileri küçük siyah bir şişme botu denize atmıştı ama yüzme bilmeyenlerin ona ulaşması mümkün değildi. Şişme botu onlara doğru sürükledim ve tutunmalarını sağladım ve kıyıya doğru yüzerek çekip, onları kıyıya çıkardım. Bunun bir suç olduğunu bilmiyordum. Suç olduğunu adanın içinde ‘şimdi ne yapacağım’ sorusu ile boğuşurken, yakalanmamla anladım. Karakola götürüldüm. Teknenin kaptanı ve yardımcısı da kaçmaya çalışırken, sahil güvenlik tarafından yakalanmıştı. Yakalanan göçmenler de karakoldaydı. Ellerim arkadan kelepçelenmiş şekilde bir sandalyeye oturtuldum. Ortalıkta “kaptan kim” diyerek dolaşan polislerin öfkesini seslerinden anlıyordum. Türkçe konuşan üç kişiden biri bendim ve yorgunluktan sandalyenin üzerinde sızmıştım. Göğsüme inen bir tekmenin ağrısıyla uyandım. Kaburgamın kırıldığını düşündüm o an. Nefes alamıyordum. “Kaptan, Kaptan” diye bağıran o seslere “ben Kaptan değilim, mülteciyim” diyecek nefesi içimde toplayamıyordum. Öylece yerde kıvranıyordum. Nedense beni bırakıp, başka odaya koşuşturdular. O odadan gelen seslerden teknenin kaptanı olan ve sonradan isminin Ali olduğunu öğrendiğim ve yanına yardımcı diye aldığı diğer arkadaşı Oğuz’u sorguladıklarını anladım. Ali, kaptanın kendisi değil Oğuz olduğunu söylüyordu. Oysa tam tersiydi. Arkadaşı olan Oğuz, kendisinin kaptan olarak kayda geçirildiğini, ben ise boğulan göçmenleri kurtarıp, kıyıya çıkarmanın suç olduğunu savcılıkta öğrenecektik.”
Zafer, hâlâ göğsüne yediği tekmeden kalma ağrıyı hissediyor, tam o noktaya eliyle masaj yapıyordu ama onu asıl acıtan göğsündeki ağrı değildi.
Kaptan olan Ali’nin ailesi ile yaptığı bir konuşmaya tanıklık etmesinin ağrısı hem daha derindi hem daha “kadim”.
Kaptan Ali, güvendiği arkadaşlarının kulağına babasına mahkemede ne demesi gerektiğini sorduğunu ve babasının “Zafer Kürt değil mi, kesin PKK’lıdır, onun kaptan olduğunu ağız birliği edip söyleyin,” dediğini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda içinde bulundukları durumdan kurtulmanın yolunu bulan babasının aklıyla gurur duyduğunu gizlemeyen bir ahmaklıkla şenleniyordu.
Zafer ise bir babanın oğluna bunu nasıl söyleyebildiğine şaşıyor ve öfkeleniyordu. Ve aynı koğuşta ülkenin ve hayatın gerçekliğiyle birlikte yaşamaya devam ediyorlardı. Günün sonunda yalnız ve kimsesiz oldukları gerçeği en baskın olanıydı çünkü.
KOĞUŞTA HERKES DAVA UZMANI OLMUŞ
Koğuşta hiçbir şey gizli kalmıyor. Herkes herkesin hikâyesini tüm detaylarına kadar biliyor ve elbette herkes birer dava uzmanı olarak, ne olabileceğini, mahkemede nasıl konuşmak gerektiğini birbirine anlatıp duruyor. Ceza kesin alınacak ama az ceza almanın yolunu, yordamını bilmek önemli. Daha deneyimli olanlar tane tane anlatıyorlar. Herkesin kafasında bir de gizli senaryosu var ve o senaryonun tutacağına, mahkemenin buna inanacağına dair o saf umut, içlerini kemiriyor ve bu bir ikilem yaratıyor ruhlarında, düşüncelerinde. Kenardan, köşeden yanıma yaklaşıp “sence ne olur abi” diyerek benim fikrimi de yoklamaktan geri durmuyorlar.
Ali ve Oğuz iki yakın arkadaşlar. Ali’nin ailesi Ege’li bir balıkçıymış. Oğuz’un ailesi ise çiçekçi. Ali, babasının teknesini ondan habersiz sık sık kullandığından denize alışkın. “Kankam” dediği arkadaşı olan Oğuz’a “göçmenleri karşıya geçirmek için beni buldular, onlarla anlaştım. Gelirsen 500 Euro da sen kazanırsın,” diye öneriyor. Ali’nin, kollarını ve bacaklarını yana açarak koğuşun içinde her an birini ayaklarının altına alıp ezecekmiş gibi meydan okuyan yürüyüşü herkesin gözüne batıyor.
Yürüyüşünün eşlikçisi olan başının bir ileriye, bir geriye doğru sallanması ise göze batma halini iyice büyütüyor. Oğuz da onu taklit ediyor ama sevimli yüzü göze batmasını engelliyor. Oğuz, sevimliliğinin farkına varmış ve bazen koğuş içinde yükselen gerginliklere, olan bitene, ne olduğunu anlamamış gibi bakan bilinçli şapşallığı ile karşılık verip, aradan sıyrılıyor. İri yapılı vücutları ile orantısız “ergen” yüzleri ve büyük gözükmek için bıraktıkları bıyıkları ise hep alay konusu oluyor.
İş çok kolay görünüyor. Kaçakçının organize ettiği göçmenleri, onların dediği saatte ve günde tekneye alacak, karşı kıyıda hızla onları indirip, geri dönecek ve paralarını alacaklar. Karşı kıyıdaki cezaevinin, buna inanarak “hayde” diyen insanlarla dolu olduğundan habersizler ve kendilerini Yunan Sahil Güvenliğinin postalları ve copları arasında buluveriyorlar.
HER BİRİNİN KENDİNCE BİR NEDENİ VAR
O kadar çok dövüyorlar ki, Ali korkudan altına pisliyor. “Korktum” demeyi kendisine yediremediği için ilk aklına gelen “daha çok dövmesinler diye yaptım” demek oluyor. Korkunun, delikanlı ruhlarında açtığı deliği, bahanelerle kapatmaya çalışmaları birçoğumuz için anlaşılır bir ruh halidir. Tehlikeleri göze alan ve “cesaret” kimliğini bununla edinenlerin dünyasında ise bu bahaneler, acımasız bir alay konusu olmaktan kurtulamayacaktır. Ali de bunun muhataplarından biriydi.
Kimi bu işi “tek sefer yapar dönerim”, kimi kendisini sadece bu işe adayarak, kimi ise “yolumuzu buluruz” diyerek kaçakçıların ağına düşmüş. Sefer başına beş-altı bin Euro’ya anlaşan bu gençlerin ortak özelliği ise hepsinin yoksul oluşu. Kaçakçılar için en uygun ve kullanışlı kurbanlar olarak görünüyorlar. Kurbanlar ise kolay harcanabilir olduklarını cezaevine girince anlıyorlar. Kimse onları arayıp, sormuyor ve yakalandıkları için alacakları para da kaçakçıların cebine kar kalıyor.
Yunanistan’ın ada hapishaneleri Türkiyeli “Kaptanlar”la dolu. Sayının yüzlerce olduğunu söylüyor içeridekiler ama buna dair net bir rakam bilinmiyor. İlk mahkemede ceza alıp, cezaevine geri dönüyorlar. “Kaptanlar” konusunda, Yunan adalet sisteminin “özel” bir yaklaşımı olduğunu söylemek sanırım haksızlık olmayacaktır.
DIŞİŞLERİ’NİN “YETKİSİZ İBRAHİM”İ
Türkiye’de nasıl ki Kürtler, Ermeniler, solcular vb nefret öznesi haline getirilip, cezalandırılıyorsa, Yunanistan’da da “Kaptanlar” denen bu gençler, aynı muameleyi görüyorlar. Bir yerin nefret öznesi haline getirilmek, başınıza gelecek olan her şeye “ama”lı, “fakat” lı onay verilmesi anlamına geliyor. İşte o “onay” bütün kötülüklerin kapısını sonuna kadar açıyor sanırım.
Kargalar, cezaevi duvarının hemen ardından yükselen Okaliptüs ağaçlarının üzerinde bağrışarak dönüp duruyorlar. Sesleri hem ürkütücü hem de merak uyandırıcı geliyor bana. Bir süre sonra Okaliptüs ağaçlarının dallarına üşüşüyorlar ve yaprakların arasında kayboluyorlar. Sadece sesleri taşıyor dışarıya. İnsan ne konuştuklarını merak ediyor gerçekten.
“…gelmiş abi” diyor Salih. Kargaların sesine karışan cümlesini anlamıyorum. “Kim” diyorum. “Türk konsolosluğundan İbrahim gelmiş ziyarete. Yeni gelenlere diş macunu, diş fırçası getirmiştir yine kesin,” diyerek tebessüm ediyor.
“Yetkisiz İbrahim” koymuşlar ismini. Üç ile altı ay arasında bir uğrayıp, yeni gelenlere diş macunu ve diş fırçası bırakıp gitmesiyle meşhurmuş.
“Bizim değerimiz bir diş macunu, bir diş fırçası işte abe” diyor Oktay.
İnsana dokunan bir kimsesizliğin, cezaevinin içinde dolandığını anlamak hiç de zor olmuyor.
Bir nefret öznesi olarak kaptanlar
YARIN: “ÜZERİ ÇİZİKTİRİLMİŞ VATANDAŞLARIZ BİZ”
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***