Ekrem İmamoğlu’nun ceza mahkûmiyeti, hem hukuka uygunluğu hem de siyâsî sonuçları bakımından tartışılmaya devam ediyor. Kararın hukuktan daha çok İmamoğlu’na siyâsî yasak getirme amacıyla verildiği yolundaki yorumlara hak vermemek zor. Bu, hem hakaret suçlamasının içeriği bakımından, hem de karara giden süreçte mahkeme heyetinin değiştirilmesine yönelik HSK tasarrufuyla ortaya çıkan durum bakımından ve kezâ yargılamada izlenen tutumdan anlaşılıyor. Bu aşamada, istinaf ve Yargıtay aşamalarında nasıl bir sonuç çıkacağı da büyük bir belirsizlik yaratmış durumda.
Kararın kesinleşmesi ile birlikte, İmamoğlu hem Belediye Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalacak hem de 2023 seçimlerinde aday olması imkânsızlaşacak. Tabiî, normal koşullarda bu kararın kesinleşmesinin en az iki yılı alacağı tahmin edilmekteyse de, sürecin hızlandırılarak seçim takvimi başlamadan veyâ aday listeleri kesinleşmeden önce İmamoğlu’nun yasaklı duruma düşürülmesi mümkün.
Selâhattin Demirtaş ve Dr. Selçuk Mızraklı örnekleri en yakın ve en iyi bilinen örnekler. Dahası, onama kararının seçimden önce değil de, aday listesinin kesinleşmesinden sonra verilmesi durumunda ne olacağını da YSK Başkanı bir medya kanalına açıklamış bulunuyor.
Buna göre, aday listesi kesinleştikten sonra CB seçilme yeterliğini yitiren kişi, seçime girip seçilse bile mazbatası verilmeyecek ve seçimin tekrarlanması yoluna gidilecek.
YSK Başkanı aday listesi kesinleştikten sonra listeye dokunamayacaklarını vurguluyor ve bunu da ilgili kanuna bağlıyor. Burada, bir dizi hukukî argüman üretmek ve YSK Başkanı’nın görüşüne karşı çıkmak mümkün ama, Başkan’ın kanaati YSK’nun diğer üyeleri tarafından da benimsenip karar hâline gelirse durum kesinlik kazanacaktır.
Bilindiği gibi, YSK kararları kesin ve herhangi bir îtiraz sürecine tâbi değil. En yakın örnek olarak zikretmek gerekirse, 2017’deki halk oylamasında, kanuna açıkça aykırı “mühürsüz oyların geçerli sayılması” kararı nasıl kesin sonuç doğurduysa, bu da öyle “kesin” olur. Bu nedenle, yargı görevi de yapan ve kararları kesin olan bir kurul olarak YSK’nın bir üyesi olan Başkan’ın bu şekilde “ihsas-ı rey”de bulunmasının doğru olmadığını kişisel kanaat olarak belirtmek isterim. Bununla birlikte, bu açıklama da göstermiştir ki, İmamoğlu hakkında verilen mahkûmiyet kararının yarattığı belirsizlik, önümüzdeki birkaç ay içinde gerçekleşecek olan seçimlere yönelik, özellikle de muhalefetin CB adaylığının belirlenmesi sürecini etkileyebilecektir.
İMAMOĞLU MU, KILIÇDAROĞLU MU?
Altılı Masa dışarıya pek renk vermiyor. Bununla birlikte, kamu oyunda İmamoğlu’nun bu kararın hemen ardından, derhal CB adayı olduğunun îlân edilmesini isteyenler oldu.
Bunun en önemli gerekçesi de, kararın yarattığı belirsizlik. Bu belirsizlik, İmamoğlu’nun adaylığından yana olanlara göre, iktidarın istediği bir durum. Mahkeme kararının hukukî temelden yoksunluğuna rağmen böyle çıkmış olması, iktidarın müdahalesinin ürünü. İktidar, bu belirsizliğin sonucunda, hem Altılı Masa’nın İmamoğlu’nu aday göstermesinin önünü kesmek istiyor, hem de muhalefetin bütünlüğünü tahrip etmeye çalışıyor.
Dolayısıyla, başta CHP olmak üzere, Altılı Masa’nın tüm bileşenleri, Saraçhane’de ortaya koydukları destek temelinde, derhâl İmamoğlu’nun adaylığını îlân etmeli ve iktidarın bu oyununu bozmalıdırlar.
İmamoğlu’nun adaylığından yana olanların bir diğer önemli argümanı da, adaylık için şu anda en çok konuşulan isin hâline gelmiş olan Kılıçdaroğlu’nun siyâsî olarak İmamoğlu’na göre daha etkisiz olması. Burada, hatırı sayılı bir süredir CHP Genel Başkanı olan ve bu süre zarfında girdiği tüm seçimlerde kayda değer bir başarı elde edememiş bulunan Kılıçdaroğlu’nun 2023 seçimlerini tehlikeye sokan bir aday profili olduğu kanaati öne çıkıyor.
Buna bir destek de kamuoyu yoklamalarından geliyor. Kılıçdaroğlu’na ve bir diğer isim olan Mansur Yavaş’a göre İmamoğlu, kamuoyu yoklamalarında seçimi kazanmaya en yakın aday olarak öne çıkıyor. Bunun yanında, son tartışmalar bağlamında yükselen bir diğer ses ise, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıkışın gerekçesi olarak, Alevî kimliğinden bahisle, Altılı Masa’daki milliyetçi ve muhafazakâr tabandan oy almasının zor olacağını vurguluyor.
İmamoğlu’nun adaylığından yana olanların bu değerlendirmelerine rağmen, CHP’deki iç dengelerin ibreyi Kılıçdaroğlu’nun adaylığına çevirdiğini düşünenler az değil. Bunu henüz bilemiyoruz ama, Kılıçdaroğlu’nun Altılı Masa’yı biraraya getiren ve bir arada tutabilen önemli bir siyâsî figür olduğunu teslim etmek gerekiyor. İmamoğlu’nu mahkûm eden kararın verildiği gün Almanya’da olması, Saraçhane’ye geç gelmesi gibi hususlar eleştiri konusu yapılsa da, bunların Kılıçdaroğlu’na ne ölçüde puan kaybettirmiş olduğunu bilmiyoruz.
SEÇİME ENDEKSLİ TARTIŞMA SÜRECE NE KADAR DOĞRU?
Muhalefetin adayı kim olmalı sorusu etrâfında, kamuoyunda oluşan ve yukarıda özetlemeye çalıştığım tartışmalarda bâzı önemli noktaların eksikliği görülüyor. Bunlardan birincisi, tartışmaların tümüyle seçim kazanmaya endekslenmiş olması. Bundan normal ne olabilir, diyebilirsiniz. Ancak, kanımca o kadar basit değil. Düşünelim.
Seçim kazanmaya endeksli bu adaylık tartışması, şunu içeriyor: Bugün Türkiye’de süreç içinde koyulaşmakta olan bir otoriter rejim var. Bu rejimden kurtulabilmek için bir iktidar değişikliği gerekiyor.
İktidar değişikliğine en yakın oluşum da Altılı Masa. Üstelik, hedefledikleri “güçlendirilmiş parlâmenter sistem” de otoriterliği sona erdirebilecek nitelikte ve bu konuda kararlılar.
Adaylık tartışmasının seçim kazanmaya endeksli olmasının gerisinde eğer bu özet kalıp yatıyorsa, bu kalıbın oluşmasında, izleyebildiğim kadarıyla, bir bilimsel katkı da mevcut. Bu katkıyı ve neden bilimsel sıfatını yakıştırdığımı açıklamak için bilimsel sıfatından başlamak doğru olur.
Onyıllar boyu getirilmiş onca eleştiriye rağmen, akademi de dâhil Türkiye kamu oyunda hâlâ egemenliğini muhafaza etmeyi başaran bu yaklaşıma göre, önce durumu ya da olguyu betimlemek, sonra bu olguyu ortaya çıkaran faktörleri ortaya koymak gerekiyor.
Bu yaklaşıma göre, önce Türkiye’nin siyâsî rejiminin nasıl betimleneceği üzerinde anlaşmalıyız. Genel olarak, bu rejimin otoriter ve demokratik unsurları bir arada barındıran “melez” bir rejim olduğu, neredeyse yirmi yıldır söyleniyor. Buna karşılık, daha yakın dönemlerde, bu melez niteliğin adlandırılmasında bâzı farklar oluşmuş durumda. Bâzen “liberal olmayan demokrasi”, bâzen “seçimli otoriterlik” veya “yarışmacı otoriterlik” gibi adlar kullanılıyor ve tabiî tümünü kuşatan bir de ideolojisi var, popülizm. Aralarındaki nüansları bir ân için yok sayarak söylemek gerekirse, dünya üzerinde sayıları bir hayli kabarık olan bu tarz rejimlerin ne gibi araçlara müracaat ederek kendilerini vâr ettikleri de belli.
Örneğin, halk kitlelerinin “gerçek halk” veyâ millet ile onun “düşmanları” arasında kutuplaştırılması, bu kutuplaştırma temelinde, kendisini gerçek halkın veyâ milletin temsilcisi îlân eden, hattâ bunun da ötesinde, kendisini gerçek halkın bedenleşmiş ifâdesi sayan bir liderin hâkimiyeti, bu hâkimiyet temelinde, hukuk düzeninin ve kurumların tahribâtı …
Liste uzatılabilir. Daha çok “devletin ideolojik aygıtları” düzleminde gerçekleşen bu gelişmelere, bir de özellikle orta ve orta alt sınıfların borçlandırılmak sûretiyle sisteme karşı çıkmalarının önünün kesilmesi gibi daha “maddî” vakıâları da ekleyebiliriz.
Buna göre, strateji de ortaya çıkmış oluyor: Seçimi muhalefetin kazanması için, öncelikle kutuplaştırma siyâsetinin, böylece halkın veyâ milletin “dost-düşman” ayrışması temelinde kutuplaştırılmasının sona erdirilmesi gerek. Sonraki süreçte de, hukuk düzeninin ve kurumsal yapıların canlandırılması ve güçlendirilmesi sağlanarak, içinde düşülmüş otoriterlikten kurtulma mümkün olabilir.
‘SARAÇHANE’DE SOLUNA BAK, YANINDA BENİ GÖRECEKSİN‘
Bu yaklaşım, ilk bakışta hem bilimsel temeli olan, hem de gerçekçi ve dolayısıyla “doğru” bir yaklaşım gibi görünüyor. Bu bağlamda, Altılı Masa, kutuplaşmanın giderilmesi bakımından önemli bir oluşum gibi görülebilir ve buradan hareketle bu oluşumu mümkün kılanlar yüceltilebilir.
Buna karşılık, görülmeyen şeyler var ve onlar, hiç de önemsiz değil. Aksine, o görünmeyen şeyler seçim kazanmaya endeksli bir siyâsetin yetersizliğini de yüzümüze vuruyor.
Tam da bu noktada, şu sözü zikretmek isterim: “Saraçhane’de soluna bak, yanında beni göreceksin!” Bu mesaj, cezaevinden, Dr. Selçuk Mızraklı’dan İmamoğlu’na bir destek seslenişi. Bence çok anlamlı.
2019’da, %63 civarında bir oyla Diyarbakır Belediye Başkanı seçildikten sonra görevinden alınan, yerine kayyum atanan Dr. Mızraklı’nın bu mesajı aslında bir siyâsî çağrı, bir dâvet. Halk tarafından seçilmiş neredeyse tüm belediye başkanlarının yerine, seçimden sonraki kısa süreler içinde kayyum atanmış olan HDP’li belediyelerin gerçekliğini yüzümüze vuran bir çağrı. Mahkeme kararlarına rağmen cezaevinde tutulmaya devam eden Demirtaş’la birlikte, sitem de içeren ama muhalefetin birlikte hareket etmesi gerektiğinin altını ısrarla çizen bir çağrı.
Çağrının adresi, kayyum uygulamaları başladığında Diyarbakır’a gidip destek ziyâretleri yapan İmamoğlu’nun şahsı değil; bence adres liderleriyle sahneye çıkan Altılı Masa. Sol’a bakmaları ve bakmak yetmez, görmeleri istenenler onlardır. Hadi hepsi değilse de, en azından CHP’dir, belki Demirtaş’a yapılan hukuksuzluğa karşı çıktığını açıkça söyleyip büyük alkış alan DEVA Genel Başkanı Babacan’dır.
Bu noktada, seçim kazanma kaygısına geri döneyim. Kamuoyu yoklamalarında iktidarın %40, muhalefetin ise %60 civârında sâbitlendiği söyleniyor. Bu %60’ın en az 15’i HDP’ye ve Emek ve Özgürlük İttifakı’na âit. Seçim kazanmaya endeksli bir süreç üzerinden ilerlesek bile, sol’una bakmayan ve sol’unu görmeyen bir muhalif kesimin başarı şansı azalır, net!
Daha da önemlisi, başarılı olup kazansa bile, otoriterlikten çıkış sağlanamaz zîrâ mücâdele, önüne çeşitli sıfatlar getirilen bir “otoriter rejim” ile değil, “post-faşizm” ile demokrasi güçleri arasındadır. Sol’a bakmak, gerçek mücâdelenin nerede cereyân ettiğini görmeyi de sağlayacaktır.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***