Ordudaki eğitimin en temel eğilimi askere önce bir “hiç” olduğu duygusunu vermektir. Ayrıca askere “Dediğimizi yaparsan bir şey olabilirsin” sözü verilir; erkek, kahraman ve olgun olmak gibi. Hiçlik duygusunu yaratıp perçinlemek içinse askere insanüstü zorlukta talimler yaptırılır.
Asker küfürle, dayakla ve çeşitli cezalarla aşağılanır, kendini değersiz hisseder. Bu duyguya ilaç olarak da vatan için bir şeyler yapma, kahraman olma, gazi ve şehit olma opsiyonu sunulur. Hiç olan biri kahraman olabilecek, cennete gidebilecektir. Hiçlik duygusuna karşın sonsuz yücelik opsiyonu sunulur ve böylece narsisizm şişirilir.
Zor talimler sonrasında askere kötülük yapmış ve onları zorlamış olan komutanlar bu kez de onlara rahatlama ve dinlenme imkanı sunar: “Rahat!” Yani kötülüğü yapan aynı zamanda kötülüğün ortadan kalkmasına imkân sunar; böylece aşağılandığı için komutanına öfkelenen asker, daha sonra komutanına minnettar olur, öfkesi azalır.
Komutan bu yapılanların tümünün askerin yararına olduğuna askeri inandırır. Zaten bu kötülükleri evlatlarının iyiliği için, “adam olsunlar diye” yapmaktadır. Zulüm edene şükran duyulan bir durum yaratılır. Komutanın birçok şeyi yaptırıyor olması, aynı zamanda askeri rahatlatması, yemeğine, su içmesine ve uyumasına izin vermesi, komutanı tanrısal otoriter bir konuma getirir ve askerlerde “komutan her şeyi bilir” ve “komutan doğrusunu bilir” kanısını oluşturur.
Savaşta komutan emir verdiğinde asker ölüme gönderildiği bilincine sahip olmaktan çok, komutanın kendisine iyilik yaptığını sanmaktadır. Komutanın otoriter konumu da onu sorgulanamaz, eleştirilemez hale getirir. Komutanla asker arasında korku, sevgi, saygı ve nefret duyguları kokteyli vardır. Bir çocuğun patriarkal toplumda babası ile ya da bir kulun tanrısı ile ilişkisine benzer bir ilişki kurulmuştur.
ASKERDE ANORMALİN NORMALLEŞTİRİLMESİ
Askerlik anormalliğin normalleştirilmesidir. Mesela dört asker oturmuş sohbet ediyor. Yanlarına vardığımızda onların durumlarında, sohbetlerinde, hallerinde radikal bir değişiklik olmaz. O insanlar, Ali, Veli, Ahmet ve Hasan olarak çaylarını ve sigaralarını içer, anlattıkları fıkralara gülerler. O dört askerin yanına o an bir subay gelse durum bütünüyle değişir. O insanlar birer askere, grup da askeri bir birime dönüşür. Gülücükler kesilir, ciddiyet ve çatık kaşlılık gelir. Hızla ayağa kalkılır, hazır ola geçilir. Sohbet kesilir. Ahmet, Hasan ve diğerleri paralel kişiler olurlar. İşte bu normalitenin aniden kesilmesi, sanki bir makina gibi öteki olunması bir anormalliktir. İşte askerlik bu anormalliği normallik yapar.
Bir erkeği asker yapan asker ocağı o erkeğin kimliğini ve kişiliğini bütünüyle ortadan kaldırmaz; sadece asker kimliği olduğunda diğer kimliklerin yok sayılması hedeflenir. Asker ailesiyle konuşurken, talim sonrası sigarasını içerken, koğuşta uyurken Ahmet ya da Hasan’dır. İnsanın çeşitli kimliklerde olması aslında psikotik bir durumdur. Ama reel kişilikle bağın sınırlı olması ve bu bağın bütünüyle kopmaması şizofrenik durumu realiteden koparmaz.
Asker askerlik süresince kullanılmak üzere ikinci, paralel bir kişilik edinir. Emir verildiğinde bu ikinci kişilik aktif hale gelir. Asıl kimlikle ilişkinin bütünüyle koparılması askerin teskere sonrasında gündelik hayatına dönmesini sağlar. Git sivil yaşa ama asker kal! Askeri kimlik gerektiğinde kullanılmak üzere “askeri matris” (Robi Friedman) olarak geri planda tutulur. Gerekli olduğunda, mesela ülkede savaş borazanları öttüğünde, seferberlikte yeniden aktif hale getirilir. İşte bu paralel kimlik savaşa sürekli hoşgörülü yaklaşır ve savaş sevicidir. Askerlik ideolojisi insanlardan bütünüyle sivil olmalarını istemez. Askeri tutum sivillikte sevecenleştirilerek sürer. Şarkılarda, marşlarda, üniformalı giysilerde yüceltilerek, kutsanarak canlı tutulur.
Askerlik sonrasında hiçbir insan askerlik öncesindeki kişi değildir, çünkü askerde öldürme öğretilir. Askerden sonra sivil hayata döndüğünde “öldürmeme kursu, okulu” yoktur. İnsan olmanın ön koşulu olan ve her kültürde var olan öldürme tabusu askerlikte ortadan kaldırılır. Bu anlamda bu durum insan olmanın ve kültürün katli anlamına da gelir. Bu tabunun kalkması insanda derin izler bırakır. Michael Wolf, askerde öldürme öğretilmiş birinden sivil hayatta bunu unutmasını beklediğimizi ve bunun imkânsız olduğunu belirtir (2017, s. 19). Unutmak kendiliğinden olan bir eylemdir. Freud, bilinç ötemizin unutmak istediğimiz, önemsemediğimiz ve keyfimizi kaçıran şeyleri unutturduğunu, bilincin farkında olmadan oluşan bir şey olduğunu söyler. Eğer biri unutmaya çalışıyorsa ve bu bir bilinçle yapılıyorsa zaten o unutmak değildir. Unutmaya çalışmak imkânsıza oynamaktır.
ÖLÜM VE ASKER
Bir yakınımızı kaybettiğimizde içimizdeki acıyı dışa vururuz. Ağlarız, ağıtlar yakarız. Askerler ise ölmezler. Asker ölümleri birçok kültürde kurumsallaştırılmıştır. Onlar şehit olur. Şehit olmak, öleni diğer ölülerden ayrıştırır. Yani şehitlik ölümün sıra dışılığına bir vurgudur. Şehit cenazelerinde de anneler, babalar ve eşler içlerindeki acıyı dışa vururken şehidin asker arkadaşları ve cenazeye katılan diğer askerler put gibi, disiplinli bir şekilde dururlar. (Asker arkadaşlığı silah arkadaşlığıdır; şiddet ve ölüm aracı, arkadaşlık gibi pozitif çağrışımı olan bir kavramla iç içeleştirilerek bu yolla şiddet pozitifleştirilir.)
Acı dışa vurulamaz. Böylece en acı olayda bile asker insani tepki göstermez. İnsan olmak asker olmakla sanki çelişir gibi görünür. Chaim F. Shatan, “askerileşmiş yas”tan bu bağlamda söz eder. Askerlere erkeklik “katılık” olarak sunulduğu, yas tutma ve ağlama zayıflık ve kadınsılık olarak görüldüğü için, ölüme tepki yastan çok öfkeye dönüşür ve böylece yas düşmana daha da öfkelenmek ve ondan nefret etmek olarak karşımıza çıkar. Yas ve keder, askerde düşmana yansıtılan öfkedir.
Shatan ayrıca Antik Çağ’dan günümüze kadın ve erkeklerin duygulanımlarında ayrım ve ayrıntılandırmaya dikkat çekerek, kadınlara bu süreçte yas ve yumuşaklık/incelik bırakılırken erkeklerin agresif dürtüleri organize etmeyi ve “süper erkeklik” ölçüsü olarak da savaşabiliyor olmayı içselleştirdiklerini söyler.
“Savaşkan/kavgacı erkek” konstrüktü ile bağlanmanın reddi (bağlanmak, hele hele bir kadına bağlı olduğunu itiraf etmenin zorluğu) ve ayrılıkta acının reddi konularında da ustalaşıyorlar. İşte bu noktada “askerileşen bir yas tutma” (militarisierte Trauer) oluyor. Yas tutmanın ve ayrılık acısını hissetmenin yerini kavga ve savaş alıyor. Shatan, askeri yasın “seremonik intikam” (zeremonielle Rache) içinde saklanıp orada tutulduğunun ve bu yasın yerini, bulunan bir düşmanın, bir günah keçisinin aldığının altını çiziyor. “Kan dökmek gözyaşı dökmenin yerini alıyor” (Stavros Mentzos, 1993, s. 133). Savaşta öldürülen arkadaşlarına yas tutmak yerine askerler onların şehit olduğu ve böylece de ölümsüz olduğu anlatısı üzerinden yeniden ve bir kez daha yas tutmaktan kaçınırlar. Bu tutulamayan yas bilinç ötesinde saklanır/korunur ve böylece gelecek bir savaşın da hazırlığı anlamına gelebilir.
ASKER ÖLEREK ÖLÜMSÜZLEŞİR
Üniformanın içindeki askerler ölseler bile ölümsüzlüğe ulaşacaklarına inanırlar. Ölümü geçebilmek, ölümsüzlük ve sonsuzluk tanrısaldır. Böyle olacağına inanmak narsistik tanrısal bir özelliğe ulaşma yüceliğine işaret eder. Ölümsüzlük üzerinden asker ölümle bağını koparır. Zaten askerliğin başlangıcında asker kendi asıl kimliğinden vazgeçirilerek, başka bir kimlik verilerek (asker, Mehmetçik), hem ölümü hem de yeniden doğumu sembolik olarak yaşar. Eski kimliği ölür, artık o Ali ya da Veli değildir; ama asker ya da Mehmetçik olarak yeniden doğar.
Bu doğuşun başka bir sembolü olarak onun bireysel olan özellikleri yok edilir, diğerleriyle aynılaştırılır. Saç ve sakalları aynı tıraş edilir, elbiseleri aynıdır. Bu aynılaşma askere eşitlikmiş gibi sunulur. Asker üşümez, asker korkmaz, asker acı çekmez. Asker insani olandan uzaklaşır, biraz da tanrılaşır, çünkü tanrı da üşümez, korkusuzdur ve acı çekmez.
Askerler arasında “ölene kadar beraberlik” ve “anca beraber kanca beraber” olma öğretileri içselleştirilir. Bir askerin ölümü aynı zamanda, yaşayan askerin görevini yapmadığı ve verilen sözü tutmadığı anlamına da gelir. Psikanalizdeki ifadeyle, “geride kalanın yaşıyor olma suçluluğu” (Überlebensschuld) oluşur. İşte bu suçluluk duygusu yas duygusuyla karışır ve bu duygular düşmana yansıtılmak suretiyle dışa atılır (Externalisierung). Acımanın ve empatinin zayıflık ve zaaf olarak tanımlandığı askerlikte yasın tutulamaması, “bitmeyen, sonsuz yas”ı beraberinde getirir.
Ne öldürdükleriyle yüzleşme olur, ne suçluluk/katillik bilinci oluşturulur ne de asker olup savaşa katılma travmatikliğiyle bir yüzleşme gerçekleşir. Asker olmanın pozitif tanımlanması ve toplumda değerli görülmesi askerliğin bazı durumlarda ağır travma yaratmasını da engeller. Zaten askerlik ve savaş binlerce yılda kendi mekanizmalarını yaratmış, inkârı geleneğe dönüştürmüştür: “Şehitler ölmez!” Ölmek ya inkâr edilir ya da cennetle ödüllendirilir. Asker ölmez yani. Emilio Modena, “Warum Krieg” [Neden savaş] yazısında askerin bir çıkmazına işaret eder: Barış zamanlarında askerlik hizmeti devam ettiğinde daha çok mazoşist bir acı çekerken savaş süresince de sadist bir pozisyondadır (1987, s. 294).
ASKER VE SUÇ
Kederden kaçınmak bir askerin kaderidir ve hiçbir asker suçtan kurtulamaz. Utanma askerin her koşulda yaşamak zorunda olduğu yoğun bir duygudur ve suçu ve arlanmayı savuşturmaya çalışmak için çeşitli savunma mekanizmaları aktif hale getirilir. Suç, davranışımızın sonucunda birine zarar vermekle oluşur.
Arlanma ise davranışımız ve özdeğer duygumuzla ilişkilidir. Olmamamız gereken ile olduğumuz arasındaki fark utanmayı yaratır. Bir asker kumandanın dediğini yapmaz ve “düşmanı” öldürmezse bu suçtur ve asker vatan hainliğinden, emre itaatsizlikten başlayarak suçlanır ve yargılanır. Emre itaat eder ve ateş ederse düşmanı öldürür, katil olur, bir cana son verir. Bir insanın hayatını karartmak, savaşın olağanüstülüğünü ve kutsalı çıkarırsak, ağır bir suçtur. Cinayettir! İşte asker ne yaparsa sonu suça varan bir işi icra eder.
Mentzos, suçu ve arlanmayı ayrıntılandırır, “otonom suç ve arlanma” ve “heteronom suç ve arlanma” konularından söz eder (1993, s. 104-109). Bir insan kendi gibi olursa, ona göre davranırsa ve emirlere itaat etmezse bir heteronom suç ve arlanma hisseder, çünkü kendisine verilen vazifeyi yerine getirememiş, güvensizlik yaratmış ve kendisiyle ilgili ideale ters düşmüştür. Kendisi istemediği halde bir emri yerine getirdiği için kendisine ihanet etmiş olacağından dolayı yine utanır ve bir suç işlediği için de suçluluk hisseder.
Bu tür suç ve arlanma da otonom suç ve arlanmadır. Mentzos, Nazilerin suç ve arlanma duygusunu kullanarak askerleri öldürmeye “başarılı” bir biçimde yönlendirdiklerini yazar. Hitler bazı askerlerin Yahudileri öldürmekte yeterince kararlı olmadıklarını söyleyerek Yahudileri öldürmenin ayıp ve suç olmadığının altını çizmiştir (Mentzos, 1993, s. 107).
Her şeye rağmen insanların yaptığı bu zulmü sadece Führer’in halkı yanlış yönlendirmesiyle ve manipüle etmesiyle açıklamak yeterli bir açıklama değildir. Çünkü halk kendisinde karşılık bulmayan bir şeyi sadece Führer istedi diye yapmaz. Bireyler vicdanlarını, özgürlüklerini ve otonomluklarını başkasına delege ederek/aktararak kendilerini suçsuz ve masum konumuna getirmeye çalışsalar da suçlulardır. Bu anlamda sonunda Führer’i suçlayarak masumlaşamazlar!
Devam edecek
Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***