Kamuoyu araştırmalarında çoğunlukla halkın tamamına yakınının savaş istemediği sonucu çıkar. Buna rağmen savaş oluyorsa bunun nasıl olduğunu anlamak gerekir. İnsan neden böylesine bir tahribata ve yıkıma taraftar olur. İnsan galiba savaş konusunda kendisine de riyakar…
Albert Einstein barışın nasıl olacağı konusunda Sigmund Freud’a bir mektup yazıp fikrini sorar. Freud’un yanıtı olumsuzdur. Freud bu mektupta insanın kültürü ile doğasını ayırır. “Kültürün gelişmesine hizmet eden her şey savaşa karşı çalışır” der.
Psikanaliz önceleri savaşı insanda var olan agresyon dürtüsüyle açıklıyordu. Savaşın, ölüm dürtüsünün yıkıcılığa dönmüş hali olduğu söylenirdi. İnsan doğası ve insan kültürü düalizmi vardı. Bu anlamda savaş ve barışın kültürel bir sonuç olduğu, dolayısıyla doğayla ilişkili olmadığı da yazılırdı. Bu kuramlar daha sonra daha kapsamlı hale geldi.
Harald Meller savaşı şöyle tanımlar: “Planlanmış ve organize otonom iki grup arasındaki silahlı çalışmadır; katılımcıların kişisel motifleri yoktur, aynı zamanda grup üyelerinin karşı grup üyelerine karşı kişisel düşmanlıkları da yoktur” (Krieg – Eine archäologische Spurensuche, 2015). Kişiler ve gruplar arasındaki lokal kavgalar, kan davaları ve aşiret kavgaları savaş değildir. Savaşın en belirgin özelliği, uygulanan şiddetin kabul görmesidir. İki taraf da şiddeti yasallaştırır. Yani savaşta öldürmek serbesttir ve bu bir cinayet sayılmaz. Kısacası savaş insana ait bir olgu; insanların yaptığı savaşlara doğada rastlamıyoruz. Bu da savaşın kültürel bir ürün ve sonuç olduğunu gösterir.
İnsanlık tarihinde binlerce savaş olduğu biliniyor ama bunların sayısı tam olarak bilinmiyor. Stavros Mentzos, milattan 3500 yıl öncesinden günümüze 14500 savaşın olduğunu söyler (1993, s. 38). James Hillman, insanlık tarihinde son 5600 yılda yaklaşık 14600 savaşın olduğunu ve ortalama her yıl iki ya da üç savaşın gerçekleştiğini, bu durum düşünüldüğünde de savaşın insanlığın normal hali olduğunu yazar (Die erschreckende Liebe zum Krieg, 2004, s. 10).
Savaş sorun çözemese de yaygın bir biçimde sorun çözme biçimi olarak sıkça baş vurulan bir yöntem. Bu kadar çok savaşın olması uygarlık hakkında da bir fikir veriyor. Hillman, Thomas Hobbes’un yazdığı Leviathan’a değinir. Hobbes da barışın insanların doğal halleri olmadığını, insanların doğal halinin savaş hali olduğunu söyler, “Herkes herkese karşı” diyerek bunun altını çizer. Savaşın en belirgin özelliği öngörülemez ve hesaplanamaz olmasıdır. Ayrıca bu savaş durumunda her insan diğerinin düşmanıdır (s. 15, 36). İnsanlar korunabilmek için kendi bağımsızlıklarını Leviathan’a (devlet) aktarırlar ve bireyselliklerinden vazgeçerler. Herkes herkese karşı ise, herkes herkesle savaş halindedir.
Devlet ama tebaasını savaşa karşı korumak gibi asli bir görev üslenmişken kullarını aynı zamanda askere çağırıp savaşa göndermekten kaçınmalıdır, çünkü devletin amacı savaşı önlemek ve halkını korumaktır (Mentzos, 1993, s. 51). Hillman ayrıca, savaş endüstrisiyle geliştirilen teknolojinin daha sonra sivil hizmete sunulduğunu yazar. Uçaklar mesela, sivil havacılık için, yani insanları taşımak için değil, bombalar atmak ve düşman askerlerini yok etmek için geliştirildi. Savaşlarda sakatlanan askerler yine estetik cerrahinin gelişmesine katkıda bulundular (s. 64).
Ulus ve milliyetçilik konularında önemli tezler geliştirmiş olan Eric Hobsbawm, 2009 yılında Almanca Globalisierung, Demokratie und Terrorismus adıyla yayımlanan kitabında, 20. yüzyılın tarihteki en cani dönem olduğunu ve savaşlarda yaklaşık 187 milyon insanın dolaylı ya da doğrudan katledildiğini yazar. Bu kadar kanın ve kana bulaşmışlığın insanlarda bıraktığı sosyolojik, psikolojik, pedagojik, ekonomik vs. izler üzerine düşünmeye değer. 21. yüzyıl dünyası, bu kanlı tarihten kurtulanların (mağdurların) ve faillerin/sorumluların kurduğu bir dünya.
Bunca lokal çatışmanın ve karşılıklı katletmelerin bu yüzyılda da sürdüğü düşünülürse, hala içimiz soğumamış! İçimizde kaç kişi 187 milyonu sayabilir? Kaç günde sayabilir? 187 milyon insanın kanından kaç göl, kaç deniz oluşur? O kanlar ırmak gibi kaç gün akar? Savaşçı, saldırgan dilin iğrençliğini hayal edebiliyor muyuz? Dökülen bunca kandan sonra hiçbir şey insan hayatından daha değerli ve daha kutsal olamaz!
Savaş neden çıkar?
Savaşı inceleyen psikanalistler, savaş yanlısı liderlerin narsistik kişilikler olduğuna dikkat çeker. Ve saldırgan grup da savaş üzerinden narsistik gereksinimlerini giderir. Bazı toplumlar erkekliği savaşçılık üzerinden tanımlar. Toplumdaki güvensiz ve dengesiz kimlikli kişiler, bu güvencesizliği savaş çığırtkanlığı ve kolektif kimlik üzerinden stabilize etmeye çalışır. Grup içindeki çelişkilerin ve grup kimliğindeki güvensizliklerin üzeri savaş naralarıyla örtülür, grup kendini stabilize eder. “Milli/ulusal güvenlik” denilen meselelerde farklı grupların, farklı düşüncelerdeki insanların aynı hizaya geçmeleri bundandır. Güvensiz kimlikler savaş söylemleriyle onarılmaya çalışılır. Toplumdaki ekonomik, sosyal, etnik ve politik gerilimlere bağlı oluşan çözülme tedirginliği (Fragmentierungsangst) savaş öncesinde grubu kenetlenmeye iter.
Hayvanlarda agresyon ve savaş
Doğada ‘kötü’ yok… Ceylanı avlayan aslanın amacı kötülük değil. İnsan doğayı izlerken kendisinin yarattığı sembolleri ve düşünceleri de doğaya projekte eder. Mesela insana zarar veren hayvanlar, böcekler “kötü” olarak algılanır, bu aslında bir projeksiyondur. Projeksiyonları inceleyen Anatol Rapoport, doğada çeşitli sistemler olduğunu ve bu yaşam alanlarında yaşayan canlıların birbirlerinden beslenerek var olabildiklerini, ama bu birbirini beslemenin bir dengeyle sürdürülebildiğini yazar: “Eğer A türü B’yi yiyorsa, B genelde A’dan beslenmez” (Konflikt in der vom Menschen gemachten Umwelt, 1974, s. 27).
Denge, av ve avcıların yaşadığı bir ekosistemde av ve avcıların yaşadıkları düşünüldüğünde, eğer av sayısında çoğalma varsa avcı için yem bolluğu oluşur ve bu durum avcı sayısının çoğalmasını sağlar. Bu durumda bu kez avcı sayısında çoğalma, av sayısında ise azalma olur. Bunun bir diğer anlamı, gene avcı sayısının azalması demektir. Doğada sürekli bir savaş/yok etme vardır ama bu o ekosistemin yok olmasına varmaz. İnsanların yaşadığı ekosistemlerde, o ekosistemlerdeki türlerin yok edildiğini biliyoruz. İnsanlar ürettikleri silahlarla doğayı, dünyayı binlerce kez yok edecek potansiyele sahipler. Hayvanların kendi aralarındaki çatışmalarda hiçbir zaman “totaler Krieg” (Hitler’in II. Dünya Savaşı’nda adlandırdığı, rakibin kökünü kazımayı amaçlayan savaş) olmaz.
Biz bazen doğada iş birliği ya da çatışmanın olduğunu varsayarız. Ama bu kategoriler insanların kurguladığı kategorileridir ve doğada iş birliği ya da çatışma yoktur. Bu, hayvanları gözlemleyen insanların projeksiyonlarıdır. Ekosistemlerdeki agresyonun doğadaki tarihini araştıran Konrad Lorenz, agresyonun hayvanlarda doğuştan var olduğunu, türün soyunun tükenmemesi için bunun gerekli olduğunu, sonuçta canlıların var olabilmek için agresyona ihtiyaçlarının olduğunu yazar (Das sogennate Böse, 2007, 25. Baskı, s.48).
Canlıların yeni yaşam alanları yaratabilmeleri için agresyon gerekir. Çiftleşmek ve bunun için rekabet etmek de çoğu kez agresyonla mümkündür. Rakibi yenerek çiftleşmeye hak kazanılır. Grup halinde yaşayan hayvanlar gruptaki hiyerarşide pozisyonlarını belirlemek için de agresyona başvururlar. Lorenz’e göre bu agresyon “kötü” olarak nitelendirilemez. Hayvanların kendi aralarındaki agresyon insanlardakinin aksine, bütünüyle yok etmeyi hedeflemez. Hayvanlarda önce agresyondan kaçınılır; ritüellerle ve meydan okuyarak rakibi ürkütüp kaçırmayı dener hayvanlar. Agresyon son çaredir; önce güç göstermeye yöneliktir ve direkt öldürmeyi amaçlamaz. Lorenz, insanların da tarihte agresyonu benzer biçimde, yaşamı sürdürme amaçlı uyguladıklarını, silahların bulunmasıyla bu durumun değiştiğini, ateşli silahlarla yapılan kavganın yok etme amacına vurgu yapar. Savaş, yok etmek amaçlıdır!
Lorenz’in öğrencisi Irenäus Eibl-Eibesfeldt de, çeşitli araştırmalarında agresyonu, hayvanlar ve insanlardaki ritüellerin fonksiyonlarını, agresyonun ne zaman ve hangi koşullarda savaşa döndüğünü inceler (Krieg und Frieden, 1984, 2. Baskı; Grundriss der vergleichenden Verhaltensforschung, 1999, 8. Baskı; Die Biologie des menschlichen Verhaltens, 2004, 5. Baskı).
Yabancıdan korkma ve o an düşmanca tutum takınma sadece insana özgü değildir; hayvanlarda da gözlenmiştir (1999, s. 532). Hayvanlar kendi türlerinden yabancı biriyle karşılaştıklarında ya kaçıyor ya da onu kovalıyorlar. İnsanlarda gözlemlenen ve “8 ay korkusu” olarak tanımlanan, bebeğin 8 ay civarında yabancıdan korkması ve annesini araması fenomeninin şempanzelerde de olduğu biliniyor (1999, s. 531). 8 ay korkusu evrensel bir korkudur ve bugüne kadar incelenen her kültürde gözlemlenmiştir (2004, s. 527). İnsanların kendilerinden farklı olan grup üyelerini kızdırarak mobbing uygulaması gibi, grup olarak yaşayan hayvanlarda da bu duruma rastlandığını, farklı olanı grup dışına atmaya çalıştıklarını biliyoruz (1999, s. 533).
Özellikle okulda ve orduda bu davranış daha yaygındır. Böylece öğrenciler ve askerler homojenleştirilmeye çalışılır. Eibel-Eibesfeldt’e göre savaş kültürel evrimin sonucudur; kendi grubuna bağlılık, gruba yönelen dış tehlikeye tepki, güç ve iktidar gösterisi ve grubun normundan uzaklaşmak gibi nedenlerin savaşlara sebep olabildiğini yazar. Ayrıca savaşabilmek için insanlarda doğuştan var olan “öldürme tutukluğu ”nu (Tötungshemmung) da geçmek gerek (2004, s. 566, 568).
Eibl-Eibesfeldt, Krieg und Frieden [Savaş ve Barış] adlı kitabında kapsamlı olarak hayvanların agresyonunu, “ilkel” (bu kavram çok problemlidir) olarak adlandırılan toplumlar ile modern toplumların savaşlardaki davranışlarını inceler. Eibl-Eibesfeldt savaşan tarafların saldırganlıklarını gizlediklerini, insanların yağma savaşlarını ahlaki olarak sorunlu bulduklarını ve bu nedenle savaşları savunma ve intikam (mağdur pozisyonu; “şiddete maruz kaldık, önce biz mağduruz”) olarak sunduklarını yazar. Ait olunan grup için savaşmak toplumlarda soylu bir davranış olarak değerlendirilir. Savaşan erkeklerde erkekleri öldürmeye eğilim varken çocukları ve kadınları öldürmek bir tutukluk (Hemmung) yaratır (1984, 2. Baskı, s. 227-8).
İnsanın doğayla mücadelesi bazen doğayla bir savaşa dönüşüyor; kendi grubunu koruma, grubun güçlenmesi için uğraşma ve gücünü diğerlerine kabul ettirip boyun eğdirme, yeni yaşam alanlarını sahiplenme, fethetme ve doğal kaynaklara sahip olma gibi motifler savaşa yatkınlığı da artırıyor. Ekmek en önemli egemenlik aracı.
Savaş teorilerinin tarihi
Savaş ve barış konularında kafa yoran ilk düşünür olan Platon iki tür savaştan söz eder: İç savaşlar (statis), yani devletin kendi halkına karşı yürüttüğü savaşlar. İç savaşa karşıdır Platon ve burada barışın olabilmesini en üst amaç olarak koyar. Ama dış düşmanlara (barbarlar, polis dışında yaşayanlar) karşı yürütülen savaşı (polemos) savunur. Onun için dostlar ve düşmanlar vardır; sadece savunma savaşlarını değil saldırgan savaşları da savunur.
Çünkü bu savaşlar barbarlara karşıdır. Dostlarla savaş olursa bu savaşın düzenlenmesi ve kurallara bağlı olunması gerektiğini savunur; savaş hukukundan söz eder. Platon’a göre meşru olan ve olmayan savaşlar vardır (legitim ve illegitim). Meşru olanlar, bir devletin düzenini koruma amaçlı yapılan savaşlardır. Meşru olmayan ise açgözlülükten ötürü yapılan savaşlardır. “Savaş da hastalığa benzer; istenilen bir şey değildir, doğal değildir, engellenmesi de çok zordur, bu nedenle savaşa hazırlıklı olmak gereklidir” der.
Rönesans’ın önemli düşünürü Niccolò Machiavelli (1469-1527) savaşın ahlakla değil iktidarla ilgili bir konu olduğunun altını çizer. Savaş başarıları egemenlik belirtisidir ve savaşı meşrulaştırır. Savaş başarısı aynı zamanda iç barışın teminatıdır. Bir yerleri işgal etme müptelalığı liderlerin özelliğidir. Machiavelli ayrıca savaşı öğrenilebilir bir meslek olarak görür.
Immanuel Kant (1724-1804), sonsuz barışı en üst görev olarak addeder. Ona göre savaş akla hakarettir. Hiçbir insan bir hedef uğruna feda edilmemelidir. Machiavelli amaca ulaşmak için her yolu mübah sayarken, Kant tam tersi bir tutumdadır. Savaşa eleştirel bakan aydınlanmacı Kant aynı zamanda insanlar arasındaki doğal durumun (Naturzustand) kavgacı ve savaşkan (krigerisch) olduğunu yazar. Bu doğal hali geçebilmek için kamusal bir hakkaniyet gereklidir. Barış üst hedeftir. Barış korkutmaya dayalı değil, aslında hukuka dayalı bir durumdur. Kant ateşkesi şiddetle eleştirir; çünkü bu barış demek değildir, sadece savaşın tehir edilmesidir.
Carl von Clausewitz (1780-1831) savaş konusunda en kapsamlı çalışmayı yapan kişidir. Savaşın kendisi bir amaç (Selbstzweck) değildir; politik bir amaca hizmet eder. Savaş iki güreşçinin yaptığı güreşe benzer. Savaş şiddet demektir. Kendi isteklerimize ötekini boyun eğdirmeyi amaçlar. Clausewitz’e göre iki savaş biçimi vardır; birincisinde saldırının amacı ötekine boyun eğdirmek, ikincisinde ise var olanı koruyabilmektir (negatif amaç, savunma). Savunma ama pasiflik anlamına gelmez. Savunmadaki taraf önce savunur, sonra uygun bir anda karşı saldırıya geçer.
Clausewitz’in en bilinen lafıdır: “Savaş siyasetin başka araçlarla [şiddet araçlarıyla] devamıdır.” Clausewitz’in yaptığı önemli tespitlerden biri de savaşlardaki bir değişimdir: Önceleri savaş sadece kralları ve savaşa katılanları ilgilendirirken ve halkı sadece dolaylı bir şekilde ilgilendirirken, modern toplumlarda (Fransız Devrimi sonrası) savaş tüm halkın ilgi alanı olmuş ve halk da katılmıştır. Cephenin dışındakiler de duygusal, sosyal ve ekonomik savaşa dahildirler (s. 655).
Psikanalist Stavros Mentzos, savaşı anlattığı yapıtında Mc Neil’e atıfta bulunarak, 1000’li yıllara kadar savaşların bir emirle organize edildiğini, ama bu tarihten sonra savaşın organize olma biçiminde bir değişiklik olduğunu yazar (Der Krieg, 1993, s. 46). Bu tarihten sonra ticaret ve tüccarların etkisi artar. Bu duruma paralel olarak savaş aletlerinde yenilemelerin yapılması ve daha etkili silahların geliştirilmesiyle yeni bir durum oluşur.
19. yüzyıldan sonra vatanperverlik, bağımsızlık gibi konulara vurgu çoğalıyor. Yani İstiklal Marşı’nın 300 yıl önce hiçbir karşılığı yoktu insanlarda. Ulus devletlerle birlikte vatan-millet konuları savaşın nedeni oldu.
Doğu’nun savaşları
Savaş sadece Batı toplumlarında görülen ve üzerine düşünülen bir olgu değil. İ.Ö. 500’lü yıllarda Çinli düşünür ve general Sun Tsu (Sunzi) savaş konusunda düşünceler geliştirmişti. Savaş stratejilerini ve savaşı önlemenin yöntemlerini topladığı kitabı “Savaş Sanatı” (Die Kunst des Kriges, 2006) adıyla yayımlandı. Sun Tsu, gruplar arasında oluşan çelişki ve çatışmalarla duygulardan uzak, mantığa dayalı ve sakin bir şekilde baş edebilme yöntemlerini sıralar. Oluşan bir sorunda çoğunlukla beşli seçenekler sunar ve nasıl davranılmasının sonuca yönelik mantıklı bir çözüm olacağını yazar. Kitap diyalog biçimindedir; çeşitli tavırlar çeşitli kişilerce dile getirilir ve Usta Sun isimli kişi oluşan sorunlar için çözümler önerir. Sun’un en önemli hedefi aslında savaştan kaçınmaktır: “Her savaşçı çatışma (Kriegshandlung) bir felakettir” (s. 61). Kitap insan olma hallerine dair bilgiler de içerir. Amaç aslında barışçı bir yaşamdır: “Komşularınla diplomatik ilişkiler kur, kurak ve insanların olmadığı yerlere yerleşme!” (s. 160).
Bize öğretilen, Türklerin savaşçı bir millet olduğudur. Bu savaşçı olma hali İslamiyet’le de sürmüştür. Faslı sosyolog Fatima Mernissi, “Askeri başarılar olmasaydı İslam olmazdı” derken İslam’la savaşın iç içeliğinin altını çizer, İslam’ın savaşçı ve fetihçi yanını gösterir (Der politische Harem, 1992, s. 184). 12 Ocak 2015 tarihli Yeni Akit gazetesindeki Kim demiş “İslam barış dinidir” diye? başlıklı yazısında Faruk Köse şunları söyler: “İslam sadece ‘barış dini’ ise, Kur’ân-ı Kerim’deki ‘savaş ve cihad ayetleri’ ne oluyor? Kur’an’da ‘Savaş’ anlamına gelen ‘kıtâl’ kelimesi 13 yerde, ‘karşılıklı savaş’ anlamındaki ‘mukatele’ ve türevleri 57 yerde, bu kavramların kökü olan ‘katl’ kelimesi ve türevleri 170 yerde, ‘harb’ kelimesi ve türevleri 11 yerde, ‘cihad’ kelimesi ve türevleri 41 yerde geçiyor. ‘Barış’ anlamındaki ‘silm’ kelimesi ise, ‘barış’ anlamında sadece 6 yerde geçiyor.”
İslam’ın ilk askeri başarıları da Muhammed dönemine aittir. Kültürümüzün, İslam’ın ve sonraları Cumhuriyet’in kuruluş anlatıları da askeri başarılara ve kahramanlıklara vurgu yapar. Türklük anlatıları Orta Asya’dan başlayarak kahramanlıklar içerir. Savaşa gitmek festivale gitmek gibi anlatılır, abartılır ve yüceleştirilir: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!” (Yahya Kemal Beyatlı)
Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***