Bundan birkaç ay önce Troçkizan bir Marksist-Leninist grubun seminerini izlemiştik. Konuşmacı, 19. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış anarşist filozof Pierre-Joseph Proudhon’un (1809-1865) eleştirisi temelinde, bugünkü ekolojist otonom grupları veya yerel kooperatif hareketleri hedef aldı, Gezi mücadelesini bile Proudhon’un “partinin öncülüğü”nü reddeden görüşlerine bağladı. Bu arada, Proudhon’un, Marx’ın da eleştirisine hedef olan “mülkiyet hırsızlıktır” deyişini eleştirmeyi de ihmal etmedi. Mülkiyetin “hırsızlık” olup olmadığı elbette tartışılabilir ama 20. Yüzyıl tarihinde “mülkiyet hırsızlığı”nın devlet eliyle gerçekleştirildiğine ilişkin parlak bir örnek var: Sovyetler Birliği. Sovyetler Birliği, büyük bir laboratuvardır. Ardından gelen örnekler aşağı yukarı onu tekrarlamıştır.
Yeni Devlet Sınıfı ya da Nomenklatura
1917 Şubat Devrimi’nin hemen ardından proletarya adına iktidarı ele geçiren Bolşevik Partisi, Sovyet devleti aracılığıyla, eski soyluların, burjuvazinin, küçük mülk sahiplerinin, köylülerin topraklarına, mülklerine (Bkz: Artıgerçek’teki “Mülksüzlerin Mülksüzleştirilmesi” başlıklı yazım) , üretim araçlarına el koymuş, ele geçirdiği fabrika ve topraklarda işçileri ve köylüleri çalıştırarak yeni bir sınıf hâkimiyeti kurmuştur: Devlet sınıfı. Bu yeni devlet sınıfı (“yeni sınıf”ın isim babası, Yugoslav komünisti Djilas’tır) Proudhon’un “mülkiyet hırsızlıktır” saptamasını, ülkedeki bütün mülkleri gasp edip kendi tekeline alarak gerçekleştirmiştir. Yeni devlet sınıfının (nomenklatura da denir) eski egemen sınıflara göre özgünlüğü, üretim araçlarına ve emekçilerin artı-emeğine devlet aracılığıyla, kolektif olarak el koyması, artı-emeği devletin genel çıkarları çerçevesinde kullanması ve geri kalanını devlet hiyerarşisine göre kendi arasında pay etmesidir (Stalin devrindeki, nomenklatura mensuplarının gerçek anlamda para ödemeden alışveriş yaptıkları özel mağazalar meşhurdur).
“Beyaz Rus”
Yeni devlet sınıfı, eski mülk sahiplerinin mülklerini geri almak istemesi ihtimali karşısında, sınıfsal bir terör siyaseti de izlemiştir. Eski soylulara ve burjuva sınıfına dahil olan insanlar, “beyaz tehlike” gerekçesiyle “suçlu” muamelesi görüp her vesileyle kurşuna dizilerek mümkün olduğu ölçüde fiziki olarak da ortadan kaldırılmış, bu uygulamalara “proletarya diktatörlüğü” ve “kızıl terör” adı takılmıştır. Soyluların ve burjuva sınıfının kalıntılarından hayatta kalabilenler, ya kitlesel olarak ülke dışına kaçmış (1920’lerde Türkiye’de de kalabalık bir “beyaz Rus” nüfusu oluşmuştu), ya eski sınıfsal kimliklerini gizlemeye çalışarak iyice sinmişlerdir.
Bolşevik önderlerden Buharin’in, yeni rejim tarafından “askerî-feodal sömürü”ye tabi tutulduğunu söylediği köylülük ise, mülkiyetini kaybetmesinin ötesinde, uzak sürgün yerlerine sürülerek büyük ölçüde “ücretsiz köle” (Zek) haline getirilmiştir. Birçoğu da üretim yapamaz hale gelerek, kaçınılmaz büyük açlıklarda (1930’ların başlarındaki, “holodomor” adı verilen açlıkta Ukrayna’da 6 milyon köylü) hayatını kaybetmiştir.
Kim “Spekülatör” ?
Küçük esnaf ve zanaatkâra da “burjuva sınıfı” muamelesi yapılmış, yanında iki işçi çalıştıran bile “artı-emek” sömürücüsü olarak görülmüş ve küçük mülkiyetin devlet mülkiyetine rakip olabileceği düşünülerek en küçük şahsi işletmelere ve ticarete bile izin verilmemiştir (1921-27 arasındaki NEP dönemi hariç). Kıtlık karşısında direnebilmek için “yeraltı”nda kendi alışveriş ağlarını kuran emekçilerin bu rejimdeki adı, “spekülatör”dü ve evine biraz un götürürken yakalanan insanlar “spetülatör” oldukları gerekçesiyle en ağır cezaya çarptırılıyordu. Rejimin ilk gizli polis örgütü olan Çeka’nın adında bile “spekülasyonla mücadele” ibaresinin bulunması boşuna değildir.
“İşçi iktidarı”nda Grev Yasak!
Adına bir diktatörlük idaresi kurulan gerçek işçi sınıfının durumu ise burjuvaziden, köylülerden ve küçük mülk sahiplerinden hiç de parlak olmamıştır. Hatta işçi sınıfının, soylulardan ve burjuvaziden bile daha çok baskıya uğradığını söylemek hiç de abartı olmaz.
1917 devriminin ilk birkaç ayında, işçiler, fiilen başlattıkları ve Bolşevik Partisi’nin de programına aldığı “işçi denetimi” yoluyla önemli bir inisiyatif ele geçirmişlerse de, kısa sürede ipleri ele alan Bolşevik Partisi, “işçi denetimi”ne kısa süre sonra son vermiş, bu durumu ve başka haksız uygulamaları protesto ederek vahşi grevlere giden işçileri silah zoruyla bastırmış, grevci işçiler, kapitalist ülkelerdeki grevlere karşı bile uygulanmamış bir şekilde, fabrikaları işgal eden Çeka birlikleri tarafından kurşuna dizilmişlerdir:
“16 Mart 1919’da… Putilov fabrikasına Çeka birlikleri ani bir baskın düzenledi. Yaklaşık 900 işçi tutuklandı. Takip eden günler boyunca, yaklaşık 200 grevci, Petrograd’ın 50 km. uzağında bulunan Schlüsselburg kalesinde yargılanmadan idam edildi.” (V. Brovkin, Behing the Front Lines of the Civil War, s. 71)
Sonuç olarak, işçi sınıfı yine eskisi gibi mülksüz bir sınıf olarak, Lenin’in dilinden düşürmediği “ücretli köleliğe” tabi kılınmış, bu sefer devlet sınıfının ağır baskısı altında çalışmaya sevk edilmiş ve parça başı iş temelinde sömürülmeye devam etmiştir.
“171 Nolu Emir”!
Marksist-Leninistler her fırsatta “sınıf mücadelesi”nden söz ederler. Fakat eski soylular ve burjuvazi toplumsal, hatta fiziki olarak ortadan kaldırılırken, küçük mülk sahipleri marjinalize edilirken, daha da ağır bir diktatörlüğün işçilere ve köylülere karşı uygulandığından, işçilerin yeni devlet sınıfının “ücretli kölesi”, köylülerin ise “ücretsiz kölesi” haline getirildiğinden, eski düzendeki grev hakkının bile ortadan kaldırıldığından, köylülerin mülklerine (bazı durumlarda altlarındaki döşeğe, kap kacağa kadar) ve ürünlerine el koyulduğundan, bu uygulamalara başkaldıran Tambov bölgesindeki köylülere karşı rehine alma yöntemi uygulandığından, isyana katılan her köylü ailesinden “en büyük evladın” (Bolşevik Partisi’nin içinden gelen tepkiler sonucu sonradan iptal edilen 171 nolu emir) kurşuna dizildiğinden, ormanlık bölgelere sığınan isyancı köylülere karşı zehirli gaz kullanıldığından hiç söz etmezler.
Böylesine bir mülkiyet ve emek hırsızlığını, zamanında Proudhon bile tahayyül edemezdi.
(1936-39 yıllarındaki Büyük Terör döneminde, yeni devlet sınıfının ya da nomenklaturanın, Komünist Parti yöneticisi ve üyesi olan yüz binlere varan mensubu da, aynı sınıfın Stalin yönetimi tarafından büyük bir kırıma uğratılmıştır ama bu başka bir yazı konusudur.
Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***