Geçen hafta toplanan 6’lı masanın “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni doğrultusunda yapılması gereken anayasa değişikliklerinin kodifikasyonunu” tamamladığını duyunca sevindim, çünkü 6 çok farklı partinin yeni bir anayasanın 100 maddesi üzerinde anlaşması değerli ve önemliydi…
Ama her umut, geçmişin gerçekleriyle gölgeleniyor bu ülkede.
1991 erken genel seçimlerinin ardından DYP ve SHP ortaklığıyla kurulan 49. Türkiye Hükümeti’ni anımsadım.
Demirel-Erdal İnönü koalisyonu, hükümet programı yanında bir de protokol imzalamıştı. Danışmanlık da yaptığım hükümetin radikal içerikli bu protokolü o zaman da beni umutlandırmıştı.
Sonrası malum.
Umutlarımızın yarattığı sevince her zaman bir gölgenin eşlik etmesi boşuna değil.
xxxxxxx
Bugünkü durum da ortada…
Hala yürürlükte olan tek parti yasaları…
40 yıldır kımıldamayan 12 Eylül darbe anayasası ve mevzuatı.
Hepsine rahmet okutturan 15 Temmuz rejimi…
Ve bunlardan da öte anayasasını ve yasalarını yok sayan, yok saymayı özendiren, bugüne kadar hiç rastlamadığımız bir siyasal iktidar.
xxxxxxx
Önceki gün Cumartesi Anneleri 921. kez toplandı… 42 yıl önce gözaltında kaybolan Hayrettin Eren’in akıbetini sordu.
Bir daha söylüyorum “42 yıl önce” kaybolan birinin akıbetini soruyorlar.
26 yaşındaki Hayrettin Eren, İstanbul’da yaşıyordu… 12 Eylül darbe koşullarında hakkında arama kararı vardı. 21 Kasım 1980 tarihinde otomobili ile İstanbul Saraçhane’ye gitti. Burada buluştuğu arkadaşı ile birlikte gözaltına alındı.
Hayrettin, arkadaşı ve otomobili önce Karagümrük Karakoluna, oradan da Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.
Ama Gayrettepe Siyasi Şube’nin kapısında bekleyen annesine “Gözaltında böyle biri yok!” denildi.
Emniyetin bahçesinde duran otomobili gösterip, “Oğlumun arabası burada kendisi nasıl yok?” diye ısrar eden Elmas Eren dışarı atıldı. Sonra Hayrettin’in arabası da kaybedildi.
Tanıklara rağmen gözaltına alındığı inkâr edildi.
Sıkıyönetim Savcılığı’na yapılan suç duyuruları sonuçsuz bırakıldı. Eren Ailesi üç kuşaktır Hayrettin’i ve adaleti arıyor.
xxxxxxx
Yüz yıldır Cumhuriyet’i demokratikleştirmeyen Türkiye, Maurice Ravel’in Bolero’su gibi dönüp duruyor tarihin pikabında.
Bolero tek bir basit melodinin on sekiz kez farklı enstrümanla, flüt, klarnet, fagot, obua, trompet, tenor saksafon, soprano saksafon, korangle, trombon, pikolo ve diğerleriyle, trampet, tef ve davulların hiç değişemeyen temposu eşliğinde, sesin her dakika giderek yükselerek tekrarlandığı bir klasiktir…
Burada da haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, uyuşturucu giderek hızını artırarak tekrarlanan bir halde sürüp gidiyor.
Hep aynı adaletsizlik, her dönemde şiddetini biraz da daha artırarak yükseliyor.
Çalınan hep aynı korkunç melodi… Her turda biraz daha kabarıyor.
xxxxxxx
Çürümenin eşiğine geldiğimiz bu sürece eşlik eden “umut” yüz yıldır süren bu melodiyi değiştirebilecek mi?
Restorasyon adı altında bir makyajlama mı olacak yoksa yeniden inşa sağlanabilecek mi?
Susurluk, Cumhuriyet tarihinin en büyük skandalı olarak kabul edilmişti, kanserli hücreler etraflı ve derince kazınmadığı için bugün aynı kadro, zihniyet ve örgütlenme arsız bir çoğalmayla tüm bünyeyi sardı.
Aynısını bir daha yaşayacak mıyız yoksa bu hiç bitmeyen kâbus sonlandırılacak mı?
xxxxxxx
Umudu kaybetmenin manası yok…
Ama Bolero gibi kendi kahredici belalı cinnetini tekrarlayan bir coğrafya olduğumuzu da unutmuyoruz.
Diliyoruz ki çok radikal demokratik bir yeniden inşa bu kez ıskalanmaz….
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***