YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Dünya 2022 itibariyle her geçen gün liberal demokratik ülkelerle otoriter ülkeler arasında daha keskin şekilde bölünürken, Türkiye rejiminden ve siyasal tercihlerinden dolayı iyiden iyiye Batı’dan uzaklaşmakta ve Rusya-Çin-İran hattına doğru kaymakta. Bu hattın küresel olarak kurumsal ifadesini bulduğu bir ortaklık var: Şanghay İşbirliği Örgütü (SCO). Her ne kadar bir NATO üyesinin ve AB üye adayının bu kulübün kapısını arşınlaması, hatta diyalog partneri olarak örgütle organik bağlantı kurmuş olması garip de görünse, son 10 yılın Türk dış politikasını yakından izleyenler bu gidişatın ve varılan neticenin çok şaşırtıcı olmadığını düşüneceklerdir.
Türkiye’nin Batı’yla kurduğu kurumsal ilişkiler hukuksal anlamda devam da ediyor olsa, fiili durumun hukuksal duruma tekabül etmediğini artık salt Türkiyeli eleştirel dış politika analizcileri ileri sürmüyor. Son yıllarda artan bir şekilde Batı’da da Türkiye’nin Atlantik işbirliğinden artık neredeyse tümden koptuğunu ileri süren yorumlar, gerek siyaset yapımcıları, gerek dış politika ve güvenlik politikaları, gerekse de akademisyenler tarafından yapılıyor.
SCO’nun geçmişi 1996’da kurulan Şanghay Beşlisi (S5) işbirliğine uzanıyor. Çin, Rusya ve birkaç Sovyet ardılı ülke – Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan – tarafından kurulan S5, 2001 toplantısında Özbekistan’ın da gruba katıldığı oturumda SCO adını aldı. Hindistan ve Pakistan’ın da 2017’de örgüte katılımıyla beraber gerek kapsadığı nüfus ve Pazar genişliği, gerek içerdiği toprak genişliği, gerekse de milli gelir toplamı bakımından dünyanın en büyük örgütü durumuna geldi. 2021’de İran’ın da SCO’ya üye olmasıyla beraber Batı’yla olan rekabeti konusunda daha etkili bir mesaj verdi. 2022’de Beyaz Rusya’nın katılımıyla jeopolitik olarak Avrupa içlerine kadar uzandı. Şu an Türkiye de dâhil 9 diyalog partneri üyesi var.
Örgüt jeostratejik bağlamda hidrokarbon (petrol ve doğalgaz), ekonomik işbirliği ve entegrasyon, ulaşım, boru hatları, altyapı, eğitim gibi alanların yanında, özellikle askeri ve savunma alanındaki işbirliğiyle dikkat çekiyor. SCO üyeleri Batı’nın liberal demokratik değerlerinin üye ülkelerden uzak kalması amacını önemli bir öncelik olarak görüyor. Tüm işbirliği bu temel yaklaşım üzerine inşa ediliyor. Bu bağlamda SCO’yu NATO ve AB başta olmak üzere Batı’ya karşı bir karşı denge arayışı olarak okumak doğru olur. Özellikle Rusya, Çin ve İran, örgütün var olan dünya düzenine karşı bir ittifak olması gerektiği görüşünü paylaşıyor. Bu yaklaşıma – her ne kadar hasım da olsalar – Hindistan ve Pakistan da destek veriyor.
Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olan tüm devletler otoriter veya yarı otoriter devletler. Seçimsel demokrasinin en köklü olduğu üye Hindistan’da bile son on yılda liberal demokrasiden ciddi bir kopuş gözlemleniyor. Örgütün bugün itibarıyla ana rotasını belirleyen Rusya, Çin ve İran, anti-liberal demokrasi ittifakını da küresel bağlamda başını çekiyorlar. Bunun dışında SCO insan hakları ihlalleri bakımından dikkate alındığında üyeleri arasında oldukça uyumlu bir tablo olduğunun altını çizmek lazım. Bu pratik istatistiksel durum, örgüt üyelerinin rejimsel farklılıklarına karşın ortak politik kültürel “değerlerinden biri” olarak görülebilir.
Diğer bir ortak özellik, her bir üyenin kendi özel rejimine sahip olması ve kendi rejimini uluslararası ilişkilerin modası geçmiş iç işlerine karışılmaması ilkesi üzerinden korumak istemeleri. Diğer bir ortaklık, üyelerin önemli bölümünün revizyonist, yani var olan sınırları kabul etmemeye eğilimli bir dış siyasete temayül etmeleri. Rusya’nın Ukrayna’da giriştiği işgal ve Çin’in Tayvan konusundaki tutumu, bu yaklaşıma örnek oluşturabilir. Elbette İran’ın İsrail’e yönelik antagonist tutumu ve Ortadoğu’nun Şii bölgelerdeki vekâlet savaşları, Pakistan ve Hindistan’ın kendi aralarındaki rekabetleri örnek verilebilir.
İşte Türkiye dün Erdoğan’ın dile getirdiği üzere bu örgüte üye olmak istiyor.
Türkiye, son yıllarda sergilediği genel profil itibarıyla esasen SCO ile oldukça örtüşen yaklaşımlara sahip bir ülke. Batı karşıtlığı, insan hakları ihlallerinin sistematikleşmesi, otoriterleşme, revizyonist politikalar ve yayılmacılık, başka ülkelerin topraklarında yürüttüğü doğrudan askeri harekatlar ve vekalet savaşları gibi SCO “değerleriyle” uyum halinde bir Ankara var. Batılı liberal demokratik değerlerden korunma yönünde genel bir yönelimi de buna eklemek gerekiyor.
Oysa bundan 10-15 yıl önce bambaşka idealleri savunan bir Türkiye vardı. İstikrarlı bir NATO-Atlantik eğilimi başat olan dış ve güvenlik politikalarından, Gümrük Birliği üzerinden AB ile ekonomik bütünleşmeye, tam üye adaylığının kabul edilmesinden üyelik müzakerelerinin başlamasına, demokratikleşme adımlarından Kürtlerle Çözüm Süreci’ne, yıldızı parlayan, dinamik ve proaktif bir ülkeydi söz konusu olan. Tüm değerleri itibarıyla, özellikle de ekonomisindeki istikrar ve büyümeyle beraber, vatandaşlarının yaşam standartlarını ve özgürlüklerini geliştiren Türkiye, bu rotayı terk etti. Önce Suriye batağına girdi, sonrasında çok yoğun bir sığınmacı göçüne ev sahipliği yapmak zorunda kalmakla bu basiretsiz ve öngörüsüz siyasal tercihlerinin bedelini ödemek mecburiyetinde kaldı. Yoğun bir çürüme ve yolsuzlukların sistemleşmesi sonucunda, politik sisteminin yaptırımlarından kurtulmak için siyasal karar alıcılarının anayasal düzeni sivil bir darbeyle ortadan kaldırmalarına uzanan bir düzlemde Türkiye kazandığı tüm olumlu mevzileri ve konumları yitirdi.
Bu büyük savruluşun ardından önce AB üyeliği olasılığı tümüyle ortadan kalktı, böylece küme düştü. Sonrasında kendini içeride bir kaos ortamının ortasında buldu. Gerek yaşanan inanılmaz derinlikteki kutuplaşma, gerekse de politik değerler alanında yaşanan olumsuz dönüşüm, Türkiye’nin SCO ligine doğru pupa yelken ilerlemesinin taşlarını döşedi. Artık çok başka bir Türkiye vardı.
İşte Şanghay’a üye olmak isteyen Türkiye bu ülkedir.
Türkiye siyasi tarihi buna benzer basiretsizliklerin ve hataların hiç yaşanmadığı bir tarih değildir. Buna benzer bir durum Birinci Dünya Savaşı arefesinde de yaşanmıştı. İttihatçılar, oportünist, ilkesiz ve sorumsuz yaklaşımlarıyla ülkelerini ateşe atmışlardı. Bu sürecin bedeli, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve toplumunun uğradığı felaketlerdir. Osmanlı vatandaşları, Ermeni Soykırımı ve Rum Soykırımı gibi büyük insanlık suçlarının kapısının aralanması olmak üzere, toprak kayıpları, bitmek bilmeyen savaşlar ve insani kayıplar, zaten sorunlu olan cüzi altyapının da bu süreçte yok olması, az gelişmiş ekonominin de sıfırlanması gibi sayılmayacak kadar çok olumsuzluğa ve felakete uğradılar. Bu süreç ülkeyi darmadağın etti, gelişimi sekteye uğrattı, sonradan gelen kadroları daha fazla despotizme yönlendirdi. Bugün dahi devam etmekte olan birçok sorunun kökleri bu döneme dayanmaktadır.
SCO yeni mihverdir. Tarihin aktığı yönün tersine kürek çeken, insanlarını değil bir avuç hırslı otokratın çıkarlarını ve hezeyanlarını önceleyen, ülkelerindeki halklara acıdan ve fakirlikten başka hiçbir şey vaat edemeyen rejimlerin liginde, Türkiye devleti ve Türkiye insanlarını büyük acılar bekliyor. Küresel ilişkilerin yeni bir Soğuk Savaş’ı işaret ettiği bu günlerde, bu İkinci Soğuk Savaş’ta tarafını seçmek zorunda olan Türkiye, Atlantik kanadındaki yerini terk ederek, Avrasya’daki otoriter ülkelere öykünüyor. Bugün iktidarda bulunan İslamcı haramilerle Avrasyacı maceraperestler, bugünün Neo-İttihatçı kanadını oluşturuyor. Maalesef bunların diskuru tüm Türkiye siyasetini esir almış vaziyette. Bu kakofonik hezeyan korosuna CHP de, İYİP de, DEVA da dâhildir. HDP dışında liberal demokratik değerleri az buçuk da olsa savunan başka bir parti yok. Türkiye Türk-İslam sentezinin bataklığına saplanmış durumda.
Türkiye’nin SCO’ya yönelimi, ne 17 Aralık’tan, ne de 15 Temmuz’dan bağımsız bir hadise. İç siyasetin getirdiği köhne ve küf kokulu koşulların sizlere anlatılan “değerlerle” parfümlenmesi, leş kokuyu bastırsa da, az buçuk verileri birleştirip okuyabilen herkes, gidilen yerin yıkım, fukaralık ve acı dolu bir yer olduğunu görebiliyor. Brüksel’den aldıkları gemiyi Şanghay’a götürmeye kararlı olan bu yönetim ve onun dümen suyunda seyreden aymaz çakma muhalefet, İttihatçıların yaptığı gibi, kritik noktayı aşmak üzere. Bu nokta aşıldıktan sonra yaşanacak tüm fenalıkların sorumluluğu hem onların, hem de onlara prim (ve oy!) veren geniş kitlelerin olacak. O kritik nokta önümüzdeki yıl yapılacak olan – ya da yapılmasını umduğumuz! – seçimlerdir.
Umalım ki derin hipnozdan uyanış o vakte kadar gerçekleşsin!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***