YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Hukuk devletinin ne olduğunu, neden gerekli olduğunu, temel ilkelerini işleyen tek bir ders hatırlıyor musunuz okul yıllarınızdan? Ben anımsamıyorum. Sizlerin de anımsama olasılığınız yok. Çünkü Türk milli eğitim müfredatı bu tür konulara hiç girmedi, girmiyor. Girmez! Zira işleyecekleri başka konular mebzul miktarda vardı zaten. O müfredatı baş tacı diyebileceğimiz konular son 100 yıldır allandı pullandı, bitmeyen pilav misali defalarca ısıtılıp masaya getirildi. Herkese Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyal geçmişiyle ve geniş sınırlarıyla övünmeyi, kifayetsiz ya da vatana ihanet eden – bazen her ikisi de olabiliyordu! – padişahların verdiği zarar, bizi düşmanlardan kurtaran Atatürk ve devrimleri gibi konular ezberletildi.
Bu konular arasında keşke yayılmacılık gibi, ataerkil toplumsal yapılar gibi, özgürlükler ve modern vatandaşlık gibi, seküler devlet gibi daha analitik konulara da girilseydi. Olmadı. Ezberletildiği kadar ezberlemek, sormamak ve sorgulamamak, kitapların yazdıklarından ve öğretmenin anlattıklarından başka bir şeyi düşünmemek, hatta merak etmemek dayatıldı okul sıralarında herkese yıllarca.
Biz devletin hep doğru şeyler yaptığına inandırıldık. Toplumun daima haklı olduğuna şartlandırıldık. Devleti de içine doğduğumuz toplumu da idealize ettik. Aldığımız bir eğitimden ziyade, Orwell’in 1984’ü vari bir distopyada karşılaşılacak türden bir endoktrinasyondu. Kısaca beyin yıkama diyelim buna.
Yaşadığımız kolektife kayıtsız şartsız uyuma bir övgü, tüm sosyalizasyonumuzu şekillendiren ana doktrindi. Aile de, okul da, mahalle de bize hep bunu empoze etti. Edebiyat derslerinde sanat toplum içindir türü bir kolektif doktrin, bireyciliğin ön planda olduğu sanat için sanat yaklaşımının tersine konumlandırıldı. Bizlere şiddetle birey olmamak gerektiği, toplum için var olduğumuz şartlandırıldı. Koşullandırılmıştık. Kurgulanan düzeneğin dışına çıkabilen çok az insan olabiliyordu. Onlar da içine doğdukları toplumun gazabından korkarak çoğunlukla kendi iç dünyalarına kapanıp kendi küçük dünyalarına odaklanıyorlardı. Az buçuk çıkabilen sanatçıya, bilim insanına, yazara, gazeteciye, müzisyene falan da sürekli baskı yapan, onları mevcut kalıplara zorlayan, onlara kendi doğrularını dikte eden bir toplum, böylece Türkiye’nin normali oldu.
Aykırılar ve ötelilere bu toprakları terk etmek düştü. Kimisi etnik kökenlerinden dolayı, kimisi konuştukları anadilden dolayı, kimisi dinlerinden veya mezheplerinden dolayı, kimisiyse dünya görüşlerinden, ideolojilerinden ve doğrularından dolayı ülkelerini terk etti. Kalıp mücadele edenleri sıklıkla suikastlerde vurdular, öldürdüler, dövdüler, sürdüler, açlıkla terbiye etmeye çalıştılar, hapse tıktılar – yani bir şekilde ana yönelim olarak rahat bırakmadılar, özetle. Böylece birbirinden çok farklı özellikleri haiz aykırı ve öteki, içine doğdukları toplumu etkileme, onu değiştirme ve dönüştürme şansından mahrum bir şekilde var oldu. Ya başka ülkelerde kendisine yeni bir yaşam kurdu ve günlük özgürlüğüne ve mutluluğuna baktı, ya da kendi ülkesinde sustu, hatta kendisini akıntının rahatına bıraktı, aykırılıklarını ve ötekiliklerini törpüledi.
Teşbihte hata olmaz derler – Türkiye’yi bir çöl olarak kabul edersek, bu kuraklık ve susuzluk ortamında neden bitki çeşitliliği olmamasına gerçekten şaşar mıyız? Tektipleştirilmiş topluma öykünen Türk siyasi sistemi, idealinde ne olursa olsun aynı baskıcı yöntemleri kullandı hep. İster Kemalizm’in nasyonalist modernleştirici dinamiği, ister İslamcılık ve onun dini-geleneği idealize eden, aslında hiç var olmamış tahayyül âleminin büyüsü, ister sosyalizmin ve sosyalistlerin egaliter-totaliter distopyası, hep bu güçlü devletten, toplum mühendisliğinden, toplumu kalıba dökmekten, homo-respublicustan – yani cumhuriyetin ideal insanından – beslendi. Devlet, daha önceki yazılarımda sürekli işaret ettiğim ve yinelediğim gibi, sürekli birilerinin devleti oldu, birilerine ait oldu. Ötekileri ve berikileri dışlayan, onların kafalarına “ya sev ya terk et” mesajını kakan, topluma ve devlete uyumsuzları aykırı ve öteki kılarak dışlayan, tecrit eden, tehdit eden, taciz eden, fişleyen, hapseden, infaz eden bir makineyi devlet zannettirdiler bize. Böylece günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Aynada gördüğümüz yüz giderek yaşlanırken, sorunların çözümsüzlüğüne ikna edildik. Dedelerimizin ve nenelerimizin, babalarımızın ve annelerimizin, bizim ve eşimizin, çocuklarımızın kaderi hep aynı olacaktı. Bunu kabul etmeliydik. Mesaj buydu. Toplum da, onun ona uygun tasarlanmış devleti de bunu söylüyor, bunun için çalışıyordu.
Bu toplumda kime sorsanız, garip bir biçimde kendi sorunlarını söylüyordu yine de, ağlakçasına. Kemalist dincilerden, Müslüman laikçilerden, Sünni Alevilerden, Alevi Sünnilerden şikâyetçiydi. Kürtler ve Türkler, kentliler ve köylüler, eğitimliler ve cahiller, kadınlar ve erkekler – herkesin derdi kendineydi, herkes doğal olarak kendi derdi ve tasasıyla meşguldü. Toplumun ötekileştirdikleri de, devletin dışlayıp takibata aldıkları da fazla geniş kategorilerdi. Eğer devlet X grubunun dışındaki herhangi bir gruba musallat olmuşsa, bu X grubu için hiçbir şey ifade etmezdi. Bana dokunmayan yılan bin yaşasındı. Böylece hayat bildiğimiz gibi devam etti. Bana inanmıyor musunuz? Bu durumun testi oldukça basit! Sizin dâhil olmadığınız herhangi bir grubu örnek olarak alalım. Size ters gelen veya sizin hoşlanmadığınız bir grubun bir problemini deney makinemize atalım. Bakalım ne sonuç çıkacak? Var mısınız?
Kolayına kaçmadan ama!
Daha geçen gün İstanbul’da bir LGBTQ+ karşıtı protesto oldu. Gelenlerin tümü bu gruba nefret kustu. Dini ve kültürel argümanlar ve ahlakçılık baskın eleştiri noktalarıydı. Alenen bir grup başka bir grupça hedef gösterildi. Gösteriye katılanlar LGBTQ+ insanlara kin kustular. Onların zorla” rehabilite” veya “tedavi” edilmesinden tutun da, “idam edilmelerinin gerekli olduğuna” kadar bir sürü fikir ileri sürüldü. Protestoda kürsülere çıkıp konuşanlar “çocuklarını ahlaksızlığa karşı korumaktan” veya “aile müesseselerinin muhafaza edilmesi gerekliliğinden” hareketle, bu “habis” ve “sapkın” insanların toplumdan tecridini talep ettiler.
İnsanların doğuştan gelen özellikleri ve tercihleri salt birilerinin yaşam biçimlerine, geleneklerine, dinlerine veya tercihlerine aykırı diye, temel insan hakları ve anayasal hakları gibi önemli olması gereken standartlar unutuldu.
Uzun süredir Türkçe Twitter takip eden biri olarak, mağdurlar arasında bile bu konuda yeterli duyarlılığın gösterilmediğine tanık oldum, üzüldüm. Türkiye toplumunda aykırı ve öteki olmanın dayanılmaz acısını yüreğimde hissettim.
Çimentonun harcı ve katılacak su olmaksızın beton elde edemezsiniz. Toplumsal barışın temeli hukuk devletiyse – ki ben bunun alternatifi olmadığını düşünüyorum – ötekilerin ve aykırıların hakkına ve hukukuna sahip çıkmak zorundasınız. Eğer kendi mağduriyetlerinizde sizinle dayanışma beklentisi içindeyseniz, o halde sizin gibi mağduriyetler yaşayan başkalarının dertleriyle de samimice, yani salt şekilden değil ha, ilgileneceksiniz! LGBTQ+ bir örnek sadece. Buna Alevileri, Hristiyanları, mürtedleri, ateistleri, Ermenileri ve Rumları, Kürtleri, Cumartesi Anneleri’ni, misyonerleri, içeride kötü muamele veya hukuksuzluk gören PKK militanlarını, aklınıza kim gelirse gelsin mağdur olan, mağdur edilen herkesi dikkate almak durumundasınız. İnsan hakları mücadelesi budur. Sadece kendinizden olanı savunmak insan hakları mücadelesi değildir. Bu sizi ne özel yapar, ne de inandırıcılığınızı ve samimiyetinize verilecek puanı arttırır. Aynı adil tutumu ülkeler arası sorunlarda da göstermek zorundasınız. Mesela geçenlerde Azerbaycan Ermenistan’a saldırdı. Tartışmalı Karabağ meselesinden bahsetmiyorum. Uluslararası hukuka göre Ermenistan toprağı olan bölgelere sınır genişletme amaçlı saldırılar yaptı. Dahası, bu saldırılarda esir aldığı Ermeni askerlere kötü muamelede bulundu. Azeri askerleri, bu tutsak alınan Ermeni askerler arasında bulunan bir kadın askere toplu tecavüz etti. Sonra bu askeri öldürdüler ve gözlerini oydular, göz deliklerine taş soktular. Parmaklarını kesip ağzına soktular. Bu hunharlıkları Türkçe Twitter ortamında paylaşan ve protesto eden çok az takipçim oldu. Üzüldüm, hayal kırıklığına uğradım.
Örnekleri çoğaltmak olanaklı…
Yaşanılan bu sürecin, hukuk devletinin önemini öğretmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Belki fazla iyimser bir düşüncedir bu. Fakat itiraf etmeliyim ki LGBTQ+ ve Ermeni kadın askerin başına gelenler örnekleri, benim umudumu kırdı. Ben kendimden farklı olanların hakkını hukukunu savunmasaydım, bugün takibat altında bir akademisyen olmayacaktım. Bunu bilmenizi isterim. Eğer uslu bir şekilde susup kuyruğumu bacaklarımın arkasına alsaydım ve sadece sussaydım, bugün yaşadığım hak ihlallerinin onda birini bile yaşamazdım. Şunu demek istiyorum. İnsan hakları, sizin hakkınız hukukunuz olduğu kadar başkalarının da hakkını hukukunu kapsar. Sadece kendi kabilesine ve mahallesine odaklananların hakkını hukukunu da başkaları savunmaz. Bu yararcı bakış açısı. Bir de etik olanı yapmak var ki, bu bizi insan yapan şeydir. Umut ediyorum bu yazı insanları düşünmeye ve anlamaya sevk etmeye bir katkıda bulunur.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***