YORUM | M. NEDİM HAZAR
Önce eskilere, epey eskiye uzanalım:
Günlerden 20 Mayıs’tı. 1973 yılı, 20 Mayıs’ıydı ve günlerden pazardı. Yaşlı adam, yorgun ve bitkindi ama gözlerinde sevinç vardı, zira çocuğunu görecekti. Uzun bir yoldan gelmiş, yorulmuştu.
İlk değildi bu, tam üçüncü gelişiydi, bu sefer kesinlikle görecek, ne derlerse desinler umursamayacaktı. Öyle yazmıştı oğlu çünkü.
Diyarbakır, Ergani çıkışındaki Sıkıyönetim Komutanlığı binasının zemin katındaki bekleme salonundaki memur da söylemişti bunu, kısa kollu, mavi gömlekli üsteğmen de. Başını sallayarak onaylamıştı yanındaki. Ve hatta onu götüren şoför bile bu sefer tamam demişti.
İçinde, oğluna duyduğu hasret duygusu önce ılık ılık aktı yüreğine, sonra göz bebeklerine hücum etti, billur bir ay ışığı gibi parladı.
“Bekle” dedi, içerden çıkan görevli.
Ayağa kalkmıştı, oturdu, bekledi. Olsun, ne olurdu ki, ne kadar uzun bir yoldan gelmişti, nicedir beklemişti, biraz daha bekleyebilirdi. Az sonra nefesi nefesine değecekti oğlunun. Bir çınar gibi kollarıyla onu saracak, yorgun, terli gövdesiyle kucaklayacak; öpecek, sarılacak, koklayacaktı. Oğlunun istediği mektup cebinde, diğer eşyalar çıkınındaydı.
Kapı açıldı. Biri takım elbiseli, diğer ikisi haki renkler içinde, omzu pırpırlı üç kişi göründü. Bir adım ileri çıktı paşa;
“Oğlun öldü!” dedi…
Ayakta, yüreğinden vurulmuş gibi, öylece donakalan, dokuz gün önce mektup yazarak savunmasında kullanacağı bir bildiri metni ile birkaç parça eşya getirmesini isteyen İbrahim Kaypakkaya’nın babasının yüzüne kusarcasına söylemişti bunları 12 Mart darbecilerinin sıkıyönetim paşası Tuğgeneral Şükrü Olcay…
Sonradan duygularını ifade ederken, “Bir anda binanın bütün taşları parçalandı adeta, kapılar kıymık kıymık oldu, camlar, çerçeveler dağılıp saplandı yüreğime” diyecekti.
İstemsizce bağırdı: “Nettiniz ki öldü?”
Kimse muhatabı olmadı bu sorunun. “Onu siz öldürdünüz!” dedi yüreği yanık baba!
İbrahim Kaypakkaya cuntacılar için bir teröristti sadece. Suçu ise, 6. Filo’ya karşı çıkan eylemlere katılmak, Komünist bildiriler hazırlamak ve işçi yürüyüşü, aşıklar gecesi gibi organizasyonlara katılmaktı.
Oysa baba Ali Kaypakkaya’ya göre sadece bir öğrenciydi oğlu. Sonrasını kendisinden dinleyelim:
Askeri hastaneye gittik. İbrahim’i morga koymuşlardı. Bana “git tabut getir” dediler. Diyarbakır’ın içerisine koştum. 300 lira verdim, tabut yaptırdım. 60 liraya kefen aldım, pamuk aldım. Bir de “formol diye bir ilaç al” dediler, cenaze bozulmasın diye.
20 liraydı sanıyorum, bir de o ilaçtan aldım.
Bir hoca geldi, morgdan çıkardık, tabuta koyduk. Belediye’den bir memur getirdim. Üzerine, taşınmasında bir “mahzur yoktur” diye damga bastı, bir yazı verdi elime. Sonra tabutu, iki tekerlekli arabalar var, hamallar omuzlarına takıyorlar, onunla taşıyorlar yükü. Öyle bir hamal getirtmiştim.
Cenazeyi oradan çıkartmıştık, tabutu indirdi.
Hamala 5 lira verecektim. “Ne oldu, bu ne oldu, nedir?” dedi. “Oğlum” dedim. “Öğrencidir, solcu diye işkence ettiler, burada öldürüldü, onun cenazesi” dedim. Adam ağladı. “5 liranı almıyorum” dedi. Oradan araba aramaya çıktım. 1700 lira istiyorlardı. Ben 1200 lirayla gitmiştim. 500 lira falan kalmıştı.
Mümkün değil o parayı karşılayamıyordum.
Bir de peşin istiyorlar. “Seni tanımıyoruz” diyorlar. Şoförün biri dedi ki: “Uçağa git, uçak ucuz götürür” dedi, tek yönlü olduğu için. Oraya gittim. “210 lira tabut için, 245 lira da sana alırız” dediler. “Biletini verelim, bu parayı verebilir misin?” dediler, “tabi” dedim, vardı o kadar param. Akşam altıya bileti verdiler. Bir 20 lira verdim, pikap tuttum. Getirdik köye defnettik. İbrahim’im ezilenden yanaydı. “Kim emeğiyle kazanıyorsa onun eli öpülür” derdi.
Benim oğlum başımı hiç önüme eğdirmedi.
Acılı baba Ali Kaypakkaya’nın hikayesi 50 yıl önce yaşandı…
Rahmetli Cahit Zarifoğlu günlüğüne şu cümle ile başlamıştı: “Ne çok acı var!”
Gerçekten de öyleydi.
Zaman ilerliyor ve dünya gelişiyordu güya.
Ama acı hep aynıydı.
Zalimler de, mazlumlar da…
Bu olaydan 4 yıl sonra da başka bir acı yaşanacaktı.
Tuncelili bir ana Halise Aksoy.
Oğlunu maalesef terör örgütüne kaptırmış.
Ve bir takım dedikodular duymuş bir süre sonra: “Oğlun öldürüldü” diye. Nereye başvurmuş ise bir netice alamamış.
Sonrasını kendisinden dinleyelim:
“Oğlumun 3 yıl önce çıkan çatışmada hayatını kaybettiğini biliyorduk. O dönem cenazemize ulaşmak elimizden geleni yaptık fakat sonuç alamadık. Geçen yıl bizi aradılar, ‘Cenazeniz elimizde’ dediler. Kemikler için DNA örneği istediler. Bizi aramalarını beklerken diğer yandan avukatlar üzerinden oğlumun kemiklerini almak için girişimlerde bulunduk. Geçtiğimiz günlerde beni yine aradılar, ‘dosyanız var’ diye. Suçumun ne olduğunu sordum ‘Dosyada gizlilik var’ deyip söylemediler. En son aradıklarında ‘Emanetiniz var, adliyede, gidin alın’ dediler, ne olduğunu söylemediler. Adliyede emanet bölümüne ‘Alın oğlunuzun kemikleri” dediler. PTT barkodlu bir paket içinde, diyecek bir söz bulamıyorum.”
Bir başka gazeteciye ise şu ayrıntıları verecekti:
“Cuma günü Diyarbakır Adliyesi’nden imza karşılığında teslim alıncaya kadar paketin içinde oğlunun kemiklerinin olduğunu bilmediğini söyledi.
Ben dosya beklerken, yerde duran bir paketi gösterip ‘Kemikleriniz gelmiş’ dediler. Öylece kalakaldım. Oğlumun kemiklerini PTT kargo ile göndermişler. İmza karşılığında paketi alıp taksiyle eve gittim.
Kemikler, ağzı mühürlenmiş bir torbanın içindeydi, ablası yanında olduğu için üzülmesin diye torbayı açıp kemikleri kontrol etmedik!”
Oğlunun kemiklerini bir koli içerisinde annenin ellerine veriyorlar.
Söyler misiniz daha büyük bir acı olabilir mi?
Bu ağır muameleyi bir tür kendine yediremedi anne Halise Aksoy. Suç duyurusunda bulundu. Bu bir insanlık suçu olmalıydı.
Savcılık ise şu açıklamayı yaparak insanlıktan ne kadar nasip aldığını bir kez daha kanıtlayacaktı:
“Anne Aksoy’a oğluna ait cenazeyi, ancak Diyarbakır’da teslim alabileceği bildirilmiştir. Bunun üzerine, yönetmeliği uygun bir şekilde 25 Kasım 2019’da Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiştir. Ancak bu tarihlerde İstanbul’da olduğu için anne Aksoy’a teslim edilemeyen cenazeden kemik parçaları aynı yöntemle Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığına geri gönderildiği, Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığında görevli katipler tarafından anne Halise Aksoy’un tekrar arandığı gelip emaneti alabileceği bildirildiği, ancak Halise Aksoy’un Diyarbakır’a tekrar göndermeleri halinde teslim alabileceğini, Tunceli’ye gelemeyeceğini bildirmesi üzerine 28 Şubat’ta teslim için tekrar Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderildiği ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığında görevli memurlar tarafından adliyede bizzat anne Halise Aksoy’a 10 Nisan’da teslim edildiği…”
Korkunç, gerçekten korkunç…
Ve zaman akmaya devam etti.
İtalyan çizer Gianluca Costantini’nin çizgileriyle kutudaki kemikler!
Devir “Artık analar ağlamayacak” iddiasıyla iktidara gelen siyasal İslamcılar devriydi.
Bugünlerde cevval muhalif olan Ahmet Davutoğlu Başbakanlığındaki iktidar “Diyarbakır Toledo gibi olacak” sloganıyla Sur’u dümdüz edecekti. Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 2 Aralık 2015’te ilan edilen sokağa çıkma yasağı sürecinde yaşanan çatışmalarda yaşamını yitiren Hakan Arslan’ın kemikleri ise 7 yıl aradan sonra babasına bir torba içerisinde teslim ediliyordu.
Diyarbakır’ın merkez Sur ilçesinde Hasırlı Mahallesi’ndeki Katolik Kilisesi ve Hasırlı Mescidi arasındaki alanda kazı çalışması yürüten ekipler, 7 Şubat 2021’de toprağa gömülü kemiklerle karşılaştı. Adli Tıp Kurumu (ATK) morguna kaldırılan kemiklerin, 22 Ocak 2016’da yaşamını yitirdiği ve Hasırlı Camisi’nin yanına defnedildiği yönünde bilgiler bulunan Hakan Arslan’a ait olabileceği belirtiliyordu.
Arslan’ın, Erzurum’da yaşayan ailesi bulunan cenazenin çocuklarına ait olabileceği gerekçesiyle Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvuruda bulundu. Başvuru üzerine kimlik tespiti için 2016 yılında baba Ali Rıza Arslan’dan alınan DNA örneği Hakan Arslan’ınki ile yüzde 60 oranında uyuştu.
Fakat kesin kimlik teşhisi için Başsavcılığın talimatı doğrultusunda ekim ayı başında anne Melike Arslan’dan da DNA testi için kan örneği alındı. 18 Kasım 2021 tarihinde çıkan sonuca göre yüzde 95 DNA uyumu ile cenazenin Hakan Arslan’a ait olduğu belirlendi.
Kasım 2021’de, yüzde 95 Hakan Arslan’a ait olduğu belirlenen kemikler İstanbul Adli Tıp Kurumu’ndan (ATK) Diyarbakır Adliyesi’ne gönderilmişti ve Diyarbakır Adliyesi’ne ulaşan Arslan’ın kemikleri, o günden bu yana dosyayla ilgilenen savcının odasında bekletilmişti.
Savcı odasında bekleyen insan kemikleri!
Baba Ali Rıza Arslan şöyle anlatıyordu:
“Ne savcı vardı ne de hâkim, bir memur vardı, 28 yaşındaki oğlumun kemiklerinin olduğu kutuyu dolaptan çıkarıp elime verdiler, bunu hiç beklemiyordum, gözlerim karardı, nefesim kesildi, sanki o an tüm Diyarbakır başıma yıkıldı.”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***