YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cemevi ziyareti ve akabinde yaşanan tartışmalar dikkatleri yine kimlik siyasetine çekti. Özellikle önümüzdeki yıl gerçekleşecek seçimler bağlamında kimlik siyaseti her zamankinden daha kilit bir rol oynayacak. Bu siyasetin ana konusu Kürtler ve Aleviler.
AKP’nin demokratikleşmeye odaklandığı 2002-2012 yılları arasındaki on yıllık dönem, Türkiye’de nasırlaşmış ve habisleşmiş kimlik politikalarını değiştirmeye başlamıştı. Roman açılımı, Alevi açılımı ve Kürt açılımı gibi adımların yanında, azınlıklarla devlet arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine dönük hamleler de bu döneme damgasını vurmuştu. Türkiye bu dönemde tüm tarihi boyunca yok saydığı ya da görmezden geldiği etnik ve dinsel gruplarla diyalog kurmak gibi rasyonel bir politika tercihinde bulunmuştu. Elbette bunların tamamı Avrupa Birliği yönelimi çerçevesinde bir zorunluluk olan demokratikleşme reformlarına endeksli süreçlerdi. Bu nedenle birbirinden ayrı kategoriler değil, aynı kategorinin parçalarıdır.
Tüm bu olumlu adımlar, 2013’te meydana gelen 17 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sonrasında önce durakladı, sonrasında kademeli şekilde geriye gitti. Kürtlerin doğal haklarını yasal ve bürokratik bir çerçeveye sokmaya çalışan, ayrılıkçı şiddeti sonlandırarak “düz ovada siyaset” perspektifi sunan, asırlardan beridir süregelen ayrımcılığı sonlandırmayı hedefleyen bu yönelim, maalesef Erdoğan ve avanesinin MHP ile ve Ergenekon’cu derin yapılarla kurduğu koalisyondan sonra pert oldu. Kazanımların tamamı heba edildi. Türkiye 1990’ların şahin politikalarına balıklama dalış yaptı. Cizre’de ve Diyarbakır’da insanlık suçları işlenirken, AKP ve Erdoğan sessizce Ergenekoncu-Avrasyacı derin yapıların arkasında sus pus oturdu, kendisinden beklenen tüm “görevleri” ifa etti. Ve olan ülkeye ve ülke insanlarına oldu. Cumhuriyetin kuruluşundaki fabrika ayarlarından kaynaklı rijit kimlik siyaseti, böylece daha kapsayıcı bir civic yörüngeye giremedi.
Cumhuriyet 1923’te İttihatçılardan miras kalan arkaik ve ilkel etno-kimlik siyasetini seçti. Evet, zamanın ruhu belki o günlerde böyleydi. Almanya ve İtalya başta olmak üzere, birçok Batı ülkesinde de ırksal-etnik bağlamlarda tanımlanan ulus kimliği yaygındı. 1930’lar ve 1940’lar böyle geçti. Dünya birçok acılar yaşadı. Avrupa’nın göbeğinde sosyal Darwinist ırkçı siyaset on milyonlarca insanı ırki kategoriler temelinde toplama kamplarına gönderdi, insanlığın en büyük dibe vuruşlarından biri yaşanırken, Türkiye’de bu olay es geçildi. Almanya’yla o dönem kurulan ilişkiler, aynen bugün Rusya’yla kurulan ilişkiler gibi, para ve çıkar eksenliydi. Türk “solunun” (!) yegâne gazetesi Cumhuriyet o dönemlerde Alman-Türk dostluğunu öven sürmanşetlerde NAZİ’lerle Türk rejiminin benzerliklerine dikkati çekmekten kaçınamıyordu. Etik-normatif politikalar, Realpolitik ile bir denge kuramadı. Türkiye’de böyle bir çaba olmadı.
Savaş sonunda Türkiye nomenklaturası baktı ki dünyanın yeni düzeninde liberal demokratik devletler başrolü oynayacak, hemen çakma birçok partili rejime geçtiler. Bu sayede yeni kurulan Birleşmiş Milletler’e ve Avrupa Konseyi’ne kurucu üye oldular. Açık oy, gizli sayım alaturkalığında da olsa bir süre sonra bu dış dinamikler Türkiye siyasetinde de CHP’nin tek parti dikta rejimine son verdi. Fakat devletin Türk-üstünlükçü ırkçı ulus konsepti ve onun tarih tezi son bulmadı. Yüzeysel bir Batılılaşma, yüzeysel bir demokratikleşme meydana geldi. Ama ülke bir hukuk devletine dönüşemedi. Bu nedenle de devletin “ötekiler” karşısındaki ceberut tutumunda bir değişiklik olmadı.
Yeknesak bir Türk milleti yaratmaya kararlı olan kurucu kadro, İttihat ve Terakki’ci Jöntürk elit ve onun devamı olan Kemalist elit, farklılıkların törpülenmesini, “ötekilerin” ise Türklük içinde eritilmesini devlet siyaseti olarak belirlemiştir. Türkiye’de bunun dışına çıkmak, devleti karşıya almak, ona meydan okumak olarak görülür. “Öteki” geniş bir kavram elbette! Gelin biz buna yeknesaklık yaklaşımı diyelim. Anadolu’ya 11. yüzyılda gelen ve onu siyasi ve askeri olarak kontrolüne alan Müslüman Orta Asyalı Türk grupları, Hristiyan Anadolu yerlisi halkı boyunduruk altına aldı, cizye vergisine tabi kıldı, malına mülküne cihat-fetih-yağma üçgeninde oluşturulan kurumsallaşmayla beraber çöktü. Özellikle Anadolu kırsalında bu ortamda yerli halk din değiştirerek Müslüman olmayı yegâne kurtuluş olarak gördü. Böylece proto-tektipleştirme başlamış oldu. Gayrimüslimler “ötekiydiler”. Müslüman olanlar öteki olmaktan kurtularak asli unsur oluyor, sosyo-ekonomik avantajlara kavuşuyordu. Bu bağlamda siyasetin dinamiği Anadolu’da devletin yeknesaklaştırma eğilimi olarak tezahür ediyordu. Bu yerleşti ve 900 yıldan fazla bir zaman sürecinde devletin hücresel seviyelerine kadar nüfuz etti, hatta devleti bizzat oluşturdu. Yayılmacılık, fetih ve bahsedilen asimilasyon (ya da boyunduruk altına alarak vergiye bağlama) üzerine inşa edilmişti. Bu sistematikte “ötekinin” hayatta kalmak için yapabileceği en iyi şey, asimilasyona razı olmaktır. Bu politikanın ideolojik arka planı dinseldir. Fakat bu durum yirminci yüzyılda zamanın ruhuna ve Realpolitik duruma uygun olarak değişime uğrayacaktı.
Osmanlı etnik ve dini unsurların uluslaşma sürecinde parçalanırken, Müslüman yönetici sınıf mevcut kimliği modifiye etti. Çünkü salt İslami kimlik artık birleştirici olma özelliğini yitirmişti. Yeni tutkal ırksal-etnik bağlamda tanımlanan ulusçuluktu (nasyonalizm). Böylece İttihatçılar Osmanlıcılık ve İslamcılık yerine milliyetçiliğe yöneldiler. Potansiyel olarak Ermenilerin kendi devletlerini kurarak Yunanların veya Sırpların yaptığı gibi Devlet-i Aliyye’den kopmalarına engel olmak – arazi kaybetmemek ya da küçülmemek – için etnik homojen bir Anadolu yaratmaya soyundular. Bu berbat tercihin sonunda Ermeni zorunlu göçü ve neticede utanç verici, korkunç soykırım gerçekleşti. Milyonlarca Ermeni yok edildi. Doğu Anadolu’da etnik temizlik yapılmıştı. Bu “başarı” (!) planlı-programlı diğer etnik politikalara kapıyı aralayacaktı.
Kemalist Türkiye bu yaklaşımı aynen devam ettirdi. Ne mutlu Türküm diyeneydi artık. Sırada Kürtler ve Aleviler vardı. Daha küçük gruplar olan Araplar, Çerkezler ve diğerleri tehdit olarak algılanmıyordu. Ama onlar da asimile edilmeliydiler. Kolay lokma olarak görüldüklerinden onların üzerine gidilirken görece daha düşük yoğunluklu bir baskı kuruldu. Ama bu aynı yanlışın yapılmadığı anlamına gelmez.
Aleviler ise diğer bir gruptur. Mezhepsel aidiyetin kimliklerinde başrol oynamasından dolayı seküler Kemalistler Dersimli Alevilerin ağırlıklı olarak Zaza-Kürt olmalarından dolayı onları hedefe aldı. Diğer Kürdi coğrafyalarda uygulanan tekniklerin ve politikaların dışında, çok daha sert bir yöntem izlendi. Bir tür mostralık, mini-soykırım yapıldı. Ve Alevilerin potansiyel isyanlarının böylelikle önü alınıyordu. Dersim katliamı, Cumhuriyet’in İttihatçı soykırımcı geleneğinin devamı olduğunun en somut kanıtıdır. Halen bu konunun halının altına süpürülüyor oluşu büyük bir trajedidir. Ermeni soykırımıyla hesaplaşmamanın en somut zararlarından biri, halkın bu katliamlara karşı olan akıl almaz kayıtsızlığıdır.
Bu olaydan sonra Aleviler devlet korkusundan devlete sadık, rejime kayıtsız şartsız bağlı vatandaş olma stratejisini seçti. Dersim katliamının sorumlusu Atatürk’ün fotoğraflarının cemevlerinde başköşeye, Ali ve Hacı Bektaş resimlerinin yanına konması bunun göstergesidir. Zamanla, özellikle 1970’lerin sonundan itibaren İbrahim Kafesoğlu ve Aydınlar Ocağı’nın Türk İslam Sentezi ideolojisinin devlette kendine giderek daha fazla yer bulmaya başlamasıyla beraber, Aleviler Kemalizm’in laiklik doktrinine daha fazla sahip çıktılar. 1980 darbesinden sonra Türk-İslam Sentezi, devletin ana ideolojisine sağlamca eklemlendi. Aleviler de bu ideolojinin karşısına doğru evrilen Türk soluna daha fazla yaklaştı. Fakat Hanefi-Sünni Diyanet-devlet dininin ideal vatandaşı olamadılar. Devlete toplumdaki oranlarında giremediler. Devlet kendilerinin devleti olmadı.
Türk devleti Alevilere hiçbir zaman eşit vatandaşlık getirilerini sunmadı. Diyanet’in içerisinde hor görüldüler, bütçeden asla bir pay alamadılar, ibadethaneleri camilerle asla aynı seviyede algılanmadı, ve hepsinden önemlisi mezhepleri aşağılandı ve sapıklık olarak nitelendi. Aleviler arasından kimliğini gizlemeden kaymakam, vali, müsteşar, rektör vs. olan nadirdir. Alevi Türkiye devletinin ikinci sınıf vatandaşıdır. Bunu dillendirmeye bile korkar, seküler nominal Hanefi’lerle konuşurken laik devletin ne iyi olduğundan, kendilerinin asla ayrım görmediğinden falan bahsederler. Bu tutumun en bariz örneği, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Mecliste Dersim Katliamı konusunu bile gündeme getirememiştir. CHP’de bu konuda çok sert bir ulusalcı damar olduğunun farkındadır. Bu ulusalcı damar da seküler nominal Hanefilerdir zaten. “Ötekilerin” susmasını, kimliklerini gündeme getirmemesini, farklılıklarını ortaya koymamasını, asimile olmalarını beklerler.
Konu görüldüğü üzere son derece karmaşık!
Mesele sadece Erdoğan ve Milli Görüş geleneğinden gelen AKP’nin kurduğu rejim değil. Kökleri çok daha derinlerde olan, habis bir patoloji söz konusu ve bu patolojik devleti yapısöküme uğratmadan, onun tüm ceberutluk köklerini deşifre etmeden, ve hepsinden önemlisi bunları yeni nesillere aktarmadan çok kültürlü, heterojenliğiyle gurur duyan, toleranslı bir toplum meydana getirmek imkansız.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***