Dinler tartışmadan hoşlanmaz. Dini literatürün cahiliyimdir ama bildiğim kadarıyla din âlimleri, tartışmak yerine tefsirde bulunmayı tercih ederler. İdeolojiler ve onların kapı bekçileri de öyledir. Lafzen çok tartışma lafı ederler, örneğin örgüt içinde bir sorun çıktığında, “bu meseleyi bir dahaki toplantıda tartışalım” derler ama tartışma ideolojiye gelip dayandığında aniden suratları asılır.
1980’lerde mensup olduğum partinin lideri Doğu Perinçek, 1983 yılında geçici olarak hapisten çıkınca, yanında “tarihi görüşmelerin tanığı” olarak dolaştırdığı Ethem Sancak’la birlikte, halen, pek sıkı bir şekilde aranmasalar da yasal olarak kaçak durumda olan “dışarıdaki”lerin temsilcileriyle bir evde buluştu. Konu, “dışarıdakilerin”, yakın zamanda “anti-Stalinist” bir kampanya başlatmış olmalarıydı. “Dışarıdakilerin” başta gelen temsilcisi bendim. Diğer ikisi, Hasan Yalçın ve Hüseyin Karanlık’tı. Perinçek, gerginliğini mümkün olduğu kadar gizlemeye çalışarak, sözlerine, “benim allahım yok. Bu yüzden ideolojik planda tartışmayacağım bir konu da yok. Duyduğuma göre, siz ‘dışardakiler’ Stalin’e karşı bir ‘sorular hareketi’ başlatmışsınız. Nedir bu? Anlatın da ben de öğreneyim. Tartışalım. Konuşalım. Bu meseleyi daha yüz yıl tartışabiliriz. Herkes rahat olsun. Serbestçe konuşsun” diye başladı. Elbette bu sözler esas olarak bana yönelikti, bu yüzden de bana bakmamaya özellikle dikkat ediyordu konuşurken.
Bu konuda deneyimliydim. “Serbestçe tartışalım” söyleminin, “yılanı” deliğinden çıkartmaya yönelik şerbetli su olduğunu bilecek kadar yani. Önceden hazırlanmıştım. Stalin konusundaki görüşlerimi “bodoslamadan” açık etmek yerine, daha mülayim bir sunuş yaptım. “Partinin bazı ideolojik temelleri aşınmıştır. Örneğin ‘Kruşçevci karşıdevrim’ tezi” dedim. “Son yıllarda, karşıdevrimin daha önceleri başladığına ilişkin epeyce argüman var” diye ekledim. “Yılan” kovuğundan çıkmamış, ancak başını şöyle bir göstermişti. Bunun üzerine, “Stalin meselesini daha yüz yıl tartışabileceğimizi” söyleyen Doğu Perinçek’in yüz hatlarının ânında gerildiğini fark ettim. Yine de hâlâ “soğukkanlılığını” korur gibiydi.
“Stalin’e karşı çıkan muhalifler hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu bu kez. “Şerbetli suya” aldanmayan “yılan”ı bu sefer değneğiyle dürtüklemişti. Bu noktadan sonra “deliğimde” daha fazla kalmam mümkün değildi. “Muhaliflerin esasen haklı olduğunu düşünüyorum” dedim, pek sıradan bir şey söylermiş gibi. İşte o ânda “allahı olmayan” Perinçek, “allahı” adına gazaba geldi ve “o zaman sen Troçkistsin” diye bağırarak değneğini “yılanın” başına indirdi. Troçkist değildim ama başına buz baltası indirilerek Meksika’da öldürülen bir muhalif olduğu için (eski günahlarına rağmen) Troçki’ye saygı duyuyordum. “Troçkist olmadığımı” söyledim ama ne fayda, bu kadarı, “sınırsız hoşgörü” sahibi “başkan”ımızın (biz bu “başkan” deyimini hiçbir zaman kullanmazdık ama artık o dönemde Perinçek, parti taraftarlarının arasında böyle anılmaya başlamıştı) köpürüp zıvanadan çıkmasına yetti. Merak edenler gerisini Havariler (1972-1983)’den (s. 522-527) okuyabilirler.
Bugünlerde bir “kırmızı çizgi” deyişinin yaygınlaştığı dikkat çekiyor. Bunu artık, sol örgütler değil de, daha çok kamusal şahsiyetler kullanıyor. “Filanca konu benim kırmızı çizgimdir”. Benim bundan anladığım, o meselenin ya da kavramın veya şahsın vb. o kişi tarafından “tartışma kabul etmez” olmasıdır. Yani anlayacağınız, o konuyu gören kamusal şahsiyet, konuyu tartışmak yerine, kırmızı görmüş boğa gibi zıvanadan çıkıp saldırıya geçeceğini ilan etmiş oluyor. Çevresine “azgın bir boğa” gibi (üstelik o boğa kardeşimiz, sırtına mızrak ve şişler saplanarak, duyduğu acı nedeniyle yapay bir şekilde “azdırılmıştır”) kızgın bakışlar fırlatan bu şahıslar, daha baştan, “sakın ha, bu meseleyi tartışayım demeyin. Bu benim kırmızı çizgimdir” demiş oluyorlar.
Aslında bu “kırmızı çizgi” bir korkunun ifadesidir. Kendine, kendi fikirlerine gerçekten güvenen biri, böyle “çizgi”ler ilan etmek yerine, tartışıp konuşmayı tercih eder. Haklı insan kızmaz, öfkelenmez, karşısındakini ikna etmeye çalışır. Kendine güveni olmayan ise, “oraya yaklaşma, çarparım” diye tehditte bulunur.
Türkiye sol hareketinde de vardı böyle “kırmızı çizgiler” ama zaman içinde solda bir yumuşama olduğunu da gözlemek gerekir. Örneğin 1970’lerde, Stalin’i, Troçki’yi, Sovyet devrimini ya da anarşizmi tartışmayı bırakın bir yana, uzağından bile geçemez, böyle bir girişimde bulunursanız ânında “Troçkist”, “dönek” vb. damgasını yerdiniz. Fakat özellikle Sovyetler Birliği çöktükten sonra, böyle bir kabadayılığın pek bir anlamı olmadığını sol da görmeye başladı. Her şeyi böyle “kırmızı çizgi” ilan ederse, sonunda, kendisinin üzerine kırmızı bir çarpı atılacağını anlayacak kadar idraki vardı. Aynı tutum en iç çeperde yine belki devam ediyordur ama o kadarına tahammül edilebilir. Kanser yenildikten sonra tabii ki bazı kanserli hücreler pasif bir şekilde, tehlike arz etmeden varlıklarını koruyabilirler. Hatta bazı doktorlar, bu kadarının yararlı olduğunu bile düşünüyorlar. Bu pasif hücreler, kanserin yayılmadığının göstergesi rolünü oynuyorlarmış.
“Kırmızı çizgi”ler ulusalcı çevrelerde de bir hayli etkilidir. Örneğin Atatürk onların kırmızı çizgisidir. Atatürk’ü eleştirdiğiniz zaman ayağa kalkar ve “o bizim kırmızı çizgimizdir” diye bağırırlar. Neden ki? Demek korkuyorlar. Bana kalırsa, Atatürk’ün kendisi bu tutumdan hoşlanmazdı. Gerçi kendi zamanında yaptığı epeyce şey eleştiriyi hak eder ama “basın özgürlüğünün doğurduğu sakıncaları ortadan kaldırmanın yolu yine basın özgürlüğüdür” gibi sözleri de vardır. Aslında en ateşli taraftar önce kendi savunduğu tarafa zarar verir.
Daha samimi konuşacak olursak, “gizli” “kırmızı çizgi”si olmayan kimse yoktur, ben de dahil.
Benim “kırmızı çizgim”, bizatihi “kırmızı çizgi” yasakçılığıdır.
—
(’68 kuşağının önde gelen isimlerinden, saygın devrimci, kültür insanı, arkadaşım Bingöl Erdumlu’yu (1944-2022) kaybettik. Sevgi ve saygıyla.)
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***