13 Kasım 2015 saldırılarına ilişkin yargı süreci, Ocak ayının başından bu yana (yani yargı sürecinin daha başlamadığı 8 Eylül 2021 tarihinden aylar sonra) on dört sanığın Paris’te bu davaya özel kurulan ağır ceza mahkemesine çıkartılmasıyla birlikte yeni bir boyuta taşındı. Duruşmaların özellikle sanıkların İslam diniyle olan ilişkilerine odaklanılan kısmının fazlasıyla verimli geçtiği anlaşılıyor.
Suçluluğun derecesine ilişkin kararların, verilecek cezaların ve saldırıların seyrinin yeniden canlandırılmasının haricinde ve hatta mağdurların verdikleri ifadelerin de ötesinde, bu dava sonucunda topluma büyük acılar veren ve birçok siyasi tartışmayı alevlendiren bazı sorulara yanıt bulmayı bekliyoruz: Nasıl olur da Avrupalı genç Müslümanlar, kendi yurttaşlarından böylesine nefret edebiliyorlar? Bu insanlar, sivillerin hiçbir ayrım gözetilmeksizin katledildiği olaylarda hangi yöntemlerle birer fail veya suç ortağı haline geldiler?
Her ne kadar sanıklar hâkim karşısına çıktıktan sonra parça parça elde ettiğimiz açıklamalar bir genelleme yapmak için yeterli olmasa da, bütün bunlar, sanıkların radikalleşme ve terör eylemlerine karışma biçimleri gibi can alıcı meseleler hakkında bizlere aydınlatıcı bilgiler sunuyor.
Yapılan sorgulamalar, Fransa’da bu konuya ilişkin öne sürülen ve biri Gilles Kepel tarafından savunulan “İslam’ın radikalleşmesi” tezi (yani diğer bir deyişle, saldırıların nedeni olarak cihatçı Selefiliğin yayılmasını öne süren anlayış) diğeri ise Olivier Roy tarafından savunulan “radikalizmin İslamileştirilmesi” (yani cihatçılığı bir vektör olarak kullanan toplumsal bir kimlik bunalımı) yaklaşımı olmak üzere sıklıkla karikatürize edilen iki temel düşünce ekolü arasından ikincisini doğrular nitelikteydi.
İnsanlıktan yoksunluk
Kuşkusuz, 13 Kasım terör saldırılarının hayatta kalan tek faili ve davanın baş sanığı olan Salih Abdüsselam, beline bağladığı bombayı tetikleyemediği için ıstırap çeken sıradan bir Belçikalı suçludan ibaret değil. Öyle ki, çıkarıldığı ağır ceza mahkemesinin başkanına “İslam’ın iradeyle de olsa zorla da olsa her halükarda galip geleceğini” beyan eden Abdüsselam, “Allah’ın Doğu’dan ayırdığı”nı söylediği Batı’ya duyduğu nefreti açıkça ilan ederek bariz bir dini fanatizm örneği sergiliyordu.
Oysa ki duruşmalar sırasında, davanın başlıca sanıklardan bazılarının cihada olan ilgileri, var oluşlarının sıradanlığına karşı bir meydan okumaya, bir kimlik arayışına, topluma duydukları nefrete ve İslam Devleti’nin mağduriyet söylemine olan bağlılıklarına dayandırılıyordu. Bu kişilerin yaşamları boyunca sıklıkla cezaevine girip çıkan esrar bağımlısı eşkıyalar olarak tanıtılarak dindarlıktan uzak olduklarının vurgulanması, radikalleşmenin, bireylerin dini fanatizm evresine geçmeden önce ortaya çıkabileceğini tutarlı bir şekilde göstermişti.
Kesin olmayan bu bulguların, fanatik militanlar tarafından körüklenen jeopolitik bir fenomen olan İslamcı radikalleşmeyi toplumsal faktörlere indirgemek için yeterli olmadığı aşikâr. Arap dünyasını ateşe veren çatışmalarda Batılı orduların oynadığı rolün cihat çağrılarını tetiklediği gerçeği, süreç boyunca yaşanan olayları yakından takip edenler tarafından sıklıkla dile getirilmişti.
Gelgelelim, sanıkların mücahitlik maskelerinin ardında insanlıktan yoksun oluşları, aralarından bazılarının kültürel olarak ve eğitim anlamında derin bir yoksulluk içinde oldukları izlenimini veriyor. Her halükarda, kamusal tartışmaların ve ayrıntılı sorgulama süreçlerinin, radikalleşme fenomenlerinin ne kadar karmaşık olduklarını göstererek bunlarla mücadele etme yolları üzerinde daha iyi düşünmeyi mümkün kılması, bizlere uzun süre boyunca devam etmesi beklenen bu ehemmiyetli yargı sürecinin erdemlerinden birini sunuyor.
Çeviren: Deniz Karakullukcu
Orijinali
Kaynak: Serbestiyet
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***