1992 Temmuz’unda Sivas’a gidecektim, yayınevinde yine bir sorun çıktığı için gidemedim. 2 Temmuz’da Kuzguncuk’ta Tektaş Ağaoğlu’nu ziyarete gittiğimde, orada radyodan aldık haberi.
Aynı Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” si gibi, cinayet ben geliyorum diyerek teammüden işlendi.
6-7 Eylül 1955 İstanbul pogromu gibi.
Ya da Hrant Dink cinayeti gibi.
Devlet yine ortadan kaybolmuştu.
Aslında atılan kirli savaşın ateş fişeği idi.
Alevi halkı özgürlük hareketine meyletmeye başlamıştı.
Önü kesilmeliydi. Yeniden halklar arasına şüphe bulutu sokulmalıydı.
Barış süreci Özal’ın ölümünden sonra belirsizliğe girmiş, Bingöl’de şaibeli 33 silahsız askerin katledilmesi ile çökmüştü.
Ama daha fazlası gerekliydi. Malum çevreler yine hareketlendi. “Aydınlık” gazetesi”, Salman Rüşti olayını deşmeye başladı. Ama fatura Perinçek’in Aydınlık’ına değil Aziz Nesin’e çıktı.
Peki, hadi onlar deşti, misyonları, 1977 1 Mayıs kıyımından önceki yayınlarından dolayı bilinmiyor muydu? Sünni Müslüman kardeşlerimiz, niye Şia Ayetullah Humeyni’nin fetvasını bayrak yaptı?
Yahu, Irak’ta, Suriye’de birbirlerinin kanına doymayanlar. Salman Rüşti deyince birleşiverdiler.
2 Temmuz’da devlet ise, ordusu ile polisi ile, istihbaratı ile namevcuttu.
Yer yarılmış da yok olmuştu.
Devlet, Madımak Oteli ateşe verilirken, sakin sakin öküz trene bakar gibi bakıyordu devlet.
Sivas Belediye Başkanı Rafah Partisinden Temel Karamollaoğlu’nun ajite edilmiş kitleyi yatıştırmaya çalışması da fayda etmedi. Karamollaoğlu “Bazen 5 bin kişi yola bir dava için çıkar. Beş kişi bunu galeyana getirerek saptırabilir. Biz bunları daha önce yaşadık. 80 öncesinde birçok mitingde bu yaşandı“ demesi bir işe yaramadı. “Beş kişi” işi bitirdi.
Aziz Nesin İtfaiye merdiveninde bile saldırıya uğradı.
Ankara’ya telefonlar yağıyordu SHP’ye, İnönü’ye. O da yırtınıyordu. Ama kim takar onları.
Zaten bir süre sonra, Kirli savaşın başlamasını midesine sindiremeyen İnönü istifa edecekti.
Ve Madımak’ın misillemesi, yine şaibeli biçimde sola hasmani bir tavrı olmayan Başbağlar köyüne yönelik kıyım ile yapılacaktı.
Coğrafyanın tarihi Sünni/Alevi güvenmezliği yeniden yeşermişti.
İlk etapta HADEP milletvekillerinin, şimdiki gibi dokunulmazlıkları kaldırılıp, tutuklanacaklardı.
Zaten bu senaryonun sonu İstanbul’da 1995’in tam 12 Martında Gazi Mahallesi kıyımı, 1996 Haziranında Ankara’da HADEP kongresinde bayrak provokasyonu (oradaydım), HADEP yönetiminin tutuklanması (ANZ de gıyabında), ardından da 1996 Kasımında Susurluk kazası ile son bulacaktı. Arada 28 Şubat’a kadar kısa bir ara verilecekti, kendi iç dalaşları nedeniyle.
Hedef Aziz Nesin’di ama, bir mucize kabilinden balkondan odasına giren bir itfaiyeci tarafından kurtarılan Aziz Nesin olacaktı. Otel odasında tevekkül içinde ölmeye yatmıştı. Kimi kurtardığını anlayınca itfaiyeci tarafından tekmelense bile.
Eğer gerçekten mümin olsalar, ‘Allah’ı hak teala neden Aziz Nesin’i öldürmelerine izin vermedi’ diye düşünmeleri gerekmez miydi? 37 masumun ölümüne neden oldukları için bir gün vicdan azabı çektiler mi acaba?
İslamist basın bugün bile Aziz Nesin’e haksız saldırısına devam ediyor. Grafikte olayın Cihatizmle bağını kendileri kuruyor ve olayı sahipleniyorlar gazetelerinde bu yıldönümünde bile.
DGM de Aziz Nesin’i, “tahrikçi”, asıl suçlu bulup, kıyım sanıklarına düşük cezalar vermez mi? Solculara, Kürtlere müebbet yağdırırken?
Ama ancak 28 Şubat rüzgarı estirilince, şanlı Yargıtay’ımız, bu “hoşgörülü” ceza kararını bozdu.
Ama ben bundan dolayı yargılanan ve mahkum olanların da gerçek failler olduğuna inanmıyorum. Öfkeli garibanlardan alelacele yapılmış düzmece bir listeydi olsa olsa. Maraş kıyımında da saldırıya uğrayanları yargılamadılar mı? Ya da 1977 1 Mayıs kıyımında!
Aziz Nesin mezarına saldırma olanağı bırakmadı
Bozdu da, benim açımdan bir işe yaramadı. 2 Temmuz kıyımından dolayı ben mahkum oldum!
DGM kararını eleştiren yazımdan dolayı, hakkımda “mahkemeyi etkilemeye kalkmaktan” dolayı soruşturma açılmış ve “wanted” diye aranmaya başlamışım. Tebligat da her ne hikmetse, bombalanan gazetemize yapılıyormuş. Yangın yerine tebligat!
Ama bu bana tebliğ edilmediği için 2 yıl, “ifadesi alınmak üzere gözaltı” kararı alındığı için aranır vaziyete düşmüşüm.
Ama hak etmiştim bu cezayı, Yargıtay, elbette benden etkilenip, DGM’nin “hoşgörülü” kararını bozduğuna göre!
Basın şubesinden Tokatlı bir hemşeri “aranıyorsunuz” demez mi? Hemen koştum sulh cezaya, ifade verdim. Hakim para cezası verdi.
Parayı ödediğim halde, bu da ne hikmetse işlenmemiş. Gıyabımda günü 10 bin TL’den 58 gün hapse çevrilmiş. Toplam 580 000 TL. Ama enflasyon rakamı. Üç sıfır atmak gerek.
Bundan da haberim olmadı. Ne zamanki Maltepe Pasaport Şubesi’ne gidip uzatma talep ettiğimde kendimi gözaltında bulana kadar. O da çözüldü. ANZ gerekli belgeleri yetiştirdi, ben hücrede tutulurken. Küçükyalı Karakolu başkomiserinin, birilerine, “çare yok bırakıyoruz” dediğini duydu ben hücrede iken. (Şimdi olsa çare bulunurdu!)
Ama bu aranma kaydı silinmediği için bir kez de, Eren Keskin ile Siirt’te konferans verdikten sonra, sabahın köründe gözaltına alındım. Pasaport olayı da uzadıkça uzadı.
Ama bütün bunlar, yiten canların yanında ne ki?
Aziz Bey’de 100 yıl yaşayacakken, kahrından erken ayrıldı aramızdan. Sonuç olarak, “sağ” kurtuldu ama, yaşamının bir bölümünü çalmayı başardılar. Onun kucakladığı çocukların huzurunu kaçırmaya devam ediyorlar.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***