Konya’da bir hastanenin güvenlik görevlisi aynı hastanede çalışan hekimi vurdu, sonra kendisini de öldürdü. İstanbul’da bir kişi daha önce yaraladığı kişinin açtığı tazminat davasını yürüten avukatı öldürdü, sonra tazminat davası açan kadını da öldürdü.
Hekimlere yönelik şiddet neredeyse sistemik bir hal almış durumda. Avukatlara yönelik şiddet o kadar yaygın değil belki ama hiç de nadir sayılmaz. İkinci vakada öldürülenlerden birinin kadın olması, kadınlara yönelik şiddet sarmalından bağımsız da değil.
Hekimlere yönelik şiddetin epidemik diyebileceğimiz yaygınlığı, sadece şiddetin toplumsal planda giderek yayılmasının sıradan bir sonucu değil. Avukata ve hakkını arayan kadına yönelik şiddet ise tam da şiddetin yaygınlığının hakim hukuki anlayış ve adalet kavrayışıyla ilgisini ortaya koyacak “örnek vaka” niteliğini taşıyor.
HASTA ÖLDÜ, YAŞASIN MÜŞTERİ!
Öncelikle hekimlere yönelen şiddete biraz yakından bakmaya çalışalım: Tıpkı kadına yönelik şiddet gibi, hemen hemen her gün hekimlere yönelik bir saldırının haberini alıyoruz. Kadına yönelik şiddet, evrensel diyebileceğimiz kadar yaygın ve antropolojik diyebileceğimiz kadar insan varlığının tarihiyle paralel bir dizi sebebi var. Hekimlere yönelik saldırının bu ölçekte yaygınlaşması ise yakın tarih içindeki bazı gelişmelerle bağlantılı:
Devleti yönetenlerin sağlık sistemine bakışı, sağlık çalışanlarına bakışı ve sağlık sistemi ile hasta-hekim ilişkisinin temeline dair düzenlemeler bunun sebebi. Daha somut söylersek, son 20 yıl içinde sağlık sistemi, sağlık alanı ve sağlık alanında çalışanlara ilişkin temel düzenlemeler, “hekimlere sistematik saldırı”ların ana kaynağı.
Ne oldu bu alanda? Kabaca özetlersek: Öncelikle sağlık hizmetlerinin “kamu hizmeti” niteliği ortadan kaldırıldı, kaba özetiyle sağlık piyasalaştırıldı. Hasta bir tür müşteriye dönüştürüldü, önleyici sağlık hizmetleri tamamen arka plana itildi, hekim de müşteri memnuniyeti ve işletme karlılığını esas alan sistemin özelliksiz bir ajanına çevrildi. Rekabetçi kâr baskısı, sağlık hizmetlerinin hem zaman hem de fiziki imkanlar itibarıyla günden güne niteliksiz hale gelmesine yol açtı. Temelde bir ölüm-kalım sorunu olan (adı üstünde) sağlık ve hastalık meselesi bu nedenlerle, kârlılığın göstergesi olan devasa hastanelerin inşa edildiği ama o mekanların içinde hasta-hekim ilişkisinin ve o ilişkide 2002’ye kadar oluşan rol ve teamüllerin kökten değişmesini getirdi. Binalar ve kârlar atbaşı büyürken, sorunlar da çığ gibi arttı ama her an doğrudan temas içinde olan hasta ve hekim dışında o sorunları doğrudan hisseden ya da o sorunlarla doğrudan ilgilenen ne bir kurum ne de bir figür oluştu. Hasta açısından, sistemin büyüttüğü sorunların doğrudan müsebbibi olarak ortada, doğrudan temasa geçtiği hekimden başka suçlanacak kimse kalmadı.
MÜŞTERİ KIZDI, VURSUN HEKİME!
Elbette bunun önemli bir sebebi de piyasalaştırma ve metalaştırma süreçlerine meslek kuruluşlarının tasfiyesi, yozlaştırılması ya da marjinalize edilmesinin eşlik etmesiydi, “tüketici kurum ve kuruluşları” da meslek kuruluşlarında olduğu gibi geliştirmek yerine tasfiyeye ya da geriletmeye tabi tutulunca, hastanın gözünde hekimden başka mücadele edeceği, itiraz edeceği ya da saldıracağı ne bir kimse ne de bir kurum kaldı.
Buna elbette bir de yine yönetimden kaynaklanan bir durumu da eklemeliyiz: 12 Eylül’den sonra öğretmenlere karşı başlayan ve son 20 yılda bütün meslek gruplarına karşı yürütülen kategorik ve ideolojik anlayışa dayalı dışlama, küçümseme ve hedef haline getirmenin, son yıllarda hekimler için iyice öne çıkması.
Bütün bunlar şiddetin belirdiği yeri ve yöneldiği figürü anlamamıza yardımcı olabilir ama bir şeyi açıklamaz: Neden bu kadar kolay ve sık şiddete tanık oluyoruz?
ŞİDDET VARKEN ADALET DE KİMMİŞ?
Bu sorunun cevabı için ikinci cinayet öbeği işe yarayabilir: Katil, kendisine açılan davayı mahkemede savunmak yerine, dava açanı ve avukatını tehditle sonuç almaya çalışıyor, bir noktada ikisini de öldürmeyi seçiyor. Kişisel şiddet uygulamasıyla sonuç almaya çalışıyor. Avukatlara yönelik saldırılar, hekimlere yönelik saldırılar kadar sık olmasa bile, aynı şekilde yargı alanındaki dönüşümün bir sonucu.
Yargı sistemi, sağlıktan nispeten daha farklı (ve fazla) biçimde, sadece kendi içindeki dönüşümlerden değil, kendisinin de parçası olduğu genel yönetim anlayışındaki dönüşümlerden de etkilenir. Şiddetin, siyaset tarafından belirlenen her türlü siyasal ve toplumsal süreçlerdeki konumlandırılışı, tek tek bireylerin adalet anlayışı ve şiddete ilişkin tutumlarını kökten etkiler.
Şiddeti kendisi için kuralsızlaştıran bir yönetim, işlem ve eylemlerinde şiddeti kuralsız biçimde önde tutan bir yönetim, tek tek bütün bireylerin kuralsız şiddete başvuru kapılarını ardına kadar açar. Bu kuralsızlaşma öne çıktığında, şiddeti geriletme ya da engelleme için oluşturulan kurumlar ve figürler bizzat şiddet kaynağı haline bile gelebilir, Konya’da hekimin aynı hastanenin güvenlik görevlisi tarafından öldürülmesi boşuna değil. Hekime yönelik şiddetin bir “güvenlik tedbiri eksikliği”nden kaynaklanmadığını, bizzat o güvenlik tedbirlerinin de şiddet kaynağı haline gelebileceğini gösteriyor bize Konya cinayeti. Devlet “belinde silah tutan” kendi görevlilerinden kaynaklanan şiddeti korduğunda, kolladığında, hatta teşvik ettiğinde, zaten belinde silah olan güvenlik görevlisinin onu kullanmaya yönelmesi hiç şaşırtıcı değil.
YENİ REJİMİN HARCINDAKİ ŞİDDET
Türkiye’nin yönetimini elde tutanlar, özellikle Gezi olaylarından itibaren şiddet-hukuk ilişkisini, kurmaya yöneldikleri yeni rejimin temel özelliğini de oluşturacak biçimde tamamen yeniden tanımladı; birçok koşulda bireysel şiddeti hem kamu görevlileri ve hem de en tehlikeli biçimde tek tek yurttaşlar için “hak” haline getirdi bu yeniden tanımlama.
Dahası, insanların ruh ve zihin dünyalarını belirleyen bütün kültürel alanlarda hem devlet ve görevlileri hem de tek tek bireyler için hem kurallı devlet şiddetinin hem de kuralsız her tür şiddetin yüceltildiği iş ve ürünlerin ortalığı kaplaması, bu yeniden tanımlamanın hem bir parçası hem de doğrudan ürünü. Devlet televizyonları dahil, iktidara yakın bütün televizyon kanalları, dizi ve programlarıyla birer şiddet övme ve önerme merkezi olarak işliyor. Kuralsız, haksız, hukuksuz şiddetin hem siyasal hem toplumsal hem kültürel plandaki bu yüceltilişi, tek tek bireyler için şiddetin sakınma ihtiyacı duymadan başvurulabilecek bir araç olmasından başka neyle sonuçlanabilir ki? Buna bir de şiddetin kuralsız/kanunsuz ileyişine ilişkin tarihsel ideolojik gelenekler eklenince, şahit olduğumuz şiddetin daha da artacağını öngörmek için kahin olmak gereksiz.
Nitekim daha geçenlerde, 2 Temmuz Madımak katliamının yıl dönümünde katliam mağdurlarını ananlara yönelik “ülkücü protestolar”a şahit olduk. Manzaranın anlamı açıktı: Canice biçimde katledilenleri anmaya karşı, aynı katliamı tekrar potansiyeline sahip kişi ve örgütlerin “protesto”ları hak olarak görülüyordu; hem o saldırıyı yapanlar açısından hem de onlara yönelik toleransıyla devletin bizzat kendisi açısından.
EN KÖTÜSÜ DAHA GELMEDİ!
Şiddet her yerdedir. Toplum şiddetle kurulur, şiddetle yaşar, şiddetle dağılır. Şu anda şahit olduğumuz şiddet, yeni rejimin tahkimi için kuralsızlaştırılarak işe koşulmuş şiddetin, insanların karşı karşıya kaldığı her yerde patlak vermesidir. Bizzat içişleri bakanının kuralsız şiddeti överek önerdiği yerde, devletin en üst kademesinden en alt kademesine kadar herkesin kuralsız şiddeti iş görme yöntemi olarak övdüğü, önerdiği yerde, güçlüden zayıfa akma eğilimindeki şiddetin böyle yayılması ne yazık ki şaşırtıcı değil. Ülkenin bütün sorunlarını şiddetle çözme, siyasal süreçleri şiddetle çekip çevirme yöntemi, neoliberal yönetimin belirleyici özelliklerinden biri olan iç savaş mantığıyla iş görme anlayışıyla ve bireysel ya da toplumsal itirazları kurumsal, örgütlü biçimde ifade etme yasağıyla bir araya gelince, henüz en kötü günleri görmediğimizi söyleyebiliriz. Kahrolsun hekimler, kahrolsun avukatlar derken gide gide gedeceğimiz yer kahrolsun yurttaşlar olacak.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***