Her akşam işten çıkınca, daha iş yerinin kapısında, hep o duygular beklerdi onu: Şimdi ne yapmalıydı, nereye gitmeliydi, nasıl zaman geçirmeliydi? Önünde koca bir zaman parçası vardı ve o ne yapacağını bilemez oluyordu; son zamanlarda hep böyleydi… Oysa bir zamanlar çalışırken içi heyecan ve serüven dolu vaatlerle dolup taşıyor olurdu. Uzun yolculuklara çıkacak, otostopla kıtaları geçecekti. Dünyanın en unutulmuş yerlerinde, unutulmuş istasyonlarda sabahlayacak, birbirinden ilginç insanlarla tanışacak, onlarla sırlarını paylaşacak, böylece kapalı kapılarını araladığı ruhunu zenginleştirecekti.
Bir ara gitar çalmayı öğrenmek istemişti ama başladığı gitar kursunu daha bir ay olmadan bırakmıştı. Tıpkı İspanyolca kursunu yarıda bıraktığı gibi. Bir su altı kameramanı olmak hayali ise artık sadece zaman zaman düşlerini süslüyordu. Peki, neden bir şeyi yapmayı, öğrenmeyi böylesine çok isterken, biri süre sonra bundan vazgeçiyordu? Sanki artık kendisiyle ilgili bir şeylerin değişeceğine ya da bir şeyleri değiştireceğine inanmıyordu. Dünyayı dolaşsa da, su altı kameramanı olsa da, yine böyle boşlukta, amaçsız ve anlamsızlık duygularıyla dolu olacağını hissediyordu.
Her şey onun dışında planlanmış ve düzenlenmiş ve bu durum hiç değişmeyecek biçimde önüne sürülmüştü sanki. Aslında yıllarca hep kendisini önemli ve değişik şeyler yapacak biri olduğuna inandırmıştı. Tutkulu ve eylemci bir insan olmaktan hiç vazgeçmeyeceğine kendine söz vermişti. Öyle ki, sanki bir gün insanların kaderini değiştirecek bir buluş yapacak, ya da çok önemli ve uzun yıllar insanların belleklerinden çıkmayacak bir kitap yazacak; bunlar olmasa bile, bir gün sokakta kendisiyle röportaj yapacak olan bir televizyon kanalının mikrofonuna, onu izleyecek olan milyonların vicdanlarını kanatacak ve onları her türlü kötülüğe ve baskıya karşı harekete geçirecek birtakım sözler söyleyecekti!..
Artık böyle “çocuksu” düşlerle avutamıyordu kendisini.
Kimsenin kimseyi takmadığını, insanların sadece kendi günlük çıkarları ve hazları dışında hiçbir şeyle ilgilenmediğini fark ediyordu. Çevresindeki herkes kadar önemli, herkes kadar önemsizdi sonuçta. Herkes kadar özgür, herkes kadar bağımlı… Sanki iş yerinde her gün üzerinde çalıştığı bir bilgisayar tuşundan farksızdı. Onu kuşatan bir ağın, bir devrenin içindeydi sanki. Sanki birileri onun yerine her gün yapıp yapmaması gerekenleri, kimi hedeflerini ve sınırlarını önceden belirlemişti. Bu duruma öfke ve hınç duyması gerektiğini düşündü, buna kendini zorladı. Tuhaftı, içinde, bütün bu olup bitenlere karşı ne bir hınç, ne de bir öfke vardı…
Oysa geçmişte bu dünyanın vazgeçilmezliğine inanmıştı. Şimdiyse böyle düşünmüyordu.
Yaşanması ile yaşanmaması arasında hemen hiçbir fark yoktu sanki. Bu sonucu da hemen hiç etkilenmeden, âdeta belirgin bir duygusuzlukla kabulleniyordu. Tuhaftı, varlığının önemsizliğine iyiden iyiye inandığı son günlerde çevresindeki insanlar dünyanın sonunun yaklaştığına ilişkin kimi teoriler ortaya attıklarında, içinde garip bir arzuya, kötücül bir sevince
benzer duyguların uyandığını hissediyordu. Sanki bir an önce dünyanın sonunun gelmesini istiyor gibiydi. Onu her an yok sayan ve ördüğü ağın içinde tutsak bırakan bu dünyanın…
—
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***