Otobüs, aksi gibi bir saat rötar yapmıştı. Saat gece yarısını geçiyordu ve sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Ankara otogarında, bir elimde küçük çantam, diğer elimde de polisten kaçan şair bir arkadaşımın İstanbul’dan getirdiğim, içi kitap ve daha ne olduğunu bilmediğim bir sürü şeyle dolu bavulu vardı. Bavulu İstanbul’da babasından teslim aldığımdan beri içine bir kez olsun açıp bakmamıştım. Son askerî darbe olalı beri aradan kaç gün geçmişti, şimdi hatırlayamıyorum. Ama Ankara’nın göğü, sanki çığlıklardan örülüydü. Her yerden işkence ve ölüm haberlerinin geldiği, gündüzlerin de o uzun ve koyu gecelerden farksız yaşandığı günlerdi. İçimi sıkıntı kaplamıştı. Sabahı bekleyecek sabrım yoktu. Hem otogar da bu saatte pek güvenli bir yer sayılmazdı.
Belki bir araç bulurum umuduyla yola çıktım. Otoritenin o amansız balyozu, sanki belirli aralıklarla toprağın altından şehre vuruyordu. Ardından, ürpertici bir sessizlik kaplıyordu her yanı…
Ne için bu şehre geldiğimi ve yanımda taşıdıklarımı bir an için unutmuş ve kendimi insanlığın tarihi öncesinde, bilincine özgürlük düşünceleri karışmış ve bu yüzden yolunu kaybetmiş garip bir yaratık gibi düşünürken, ansızın önümde siyah, Reno marka bir araba durdu. Resmî plakalıydı. İçindekiler, nereye gittiğimi sordular.
“Kızılay tarafına,” dedim. “Biz de o tarafa gidiyoruz, bırakalım sizi!” dediler. Ürkerek de olsa bindim. TRT’de çalıştıklarını öğrenince, korkum biraz olsun geçmişti.
Beni, aradığım evin önüne kadar bırakıp gittiler. Zili, iki uzun bir kısa çaldım. Parolaydı bu. Kapıda, bana meraklı gözlerle bakan, sarı sakalları birkaç günlük, saçları darmadağınık genç bir çocuk ve üzerine bir battaniye aldığı hâlde tir tir titreyen genç bir kız vardı. Unutmuşum söylemeyi: Hava korkunç soğuktu. Arkadaşımın adını verdim, kendimi tanıttım. Yüzleri gülümsedi: “Tamam, o da sizi bekliyordu!” dediler. Elimdekileri aldılar. Sonra kapıya arkadaşım geldi. Sarıldık, öpüştük. Evde üç dört öğrenci daha vardı. Halıların üzerine kitaplarını yaymış ve o buz gibi evde ısınabilmek için, demin kapıda gördüğüm kız gibi birçoğu üzerlerine battaniyeler örtmüştü.
Yerlerde, sabaha kadar uyumadan çalışabilmeleri için kullandıkları uyarıcı haplarla beraber boş içki şişeleri ve ağzına kadar dolu kül tablaları vardı… Evin her tarafı darmadağın ve buz gibiydi ama şair arkadaşımın odası sımsıcaktı. Çünkü öğrenciler üşümeyi, dahası donmayı göze alarak evin tek elektrikli ısıtıcısını, saygı duydukları bir ağabeylerinin arkadaşı ve üstelik İstanbul’da polisten kaçıp bir anlamda Ankara’ya sürgün gelmiş olan bu şaire seve seve vermişlerdi. Şairin odasındaki masada bembeyaz bir masa örtüsü ve üzerinde çiçeklerle dolu bir vazo vardı. Eve ekmek almayı unutan öğrenciler, şaire çiçek getirmeyi unutmuyorlardı.
Biraz sonra şairin odasının kapısı çalındı. Şair, ciddi bir ses tonuyla, “Evet!” dedi. Öğrencilerden biri şaire ve onun İstanbul’dan gelmiş dostuna tavşankanı çaylar getirmişti… Evin kirli içki şişeleriyle kaplı o pis ve darmadağınık mutfağından o lezzetli yemekler nasıl çıkardı, bir türlü anlayamazdım. Belki de bu insanları çok sevdiğim için, yaptıkları her şey bana çok güzel geliyordu. Sabahları Biberli Menemen Cumhuriyeti, öğlenleri Makarna, akşamları ise Nutuk Şarabı ve Patates Kızartması Cumhuriyeti kuruluyordu… Ama en unutulmazı, pazar sabahları yapılan kahvaltılardı.
Şair pazar kahvaltılarına çok düşkün olduğundan, çocuklar her türlü riski göze alarak, marketten kaşar, tereyağı, dil peyniri, salam, bal gibi şeyler çalarlardı. Pazar akşamları da diğer günlerin akşamlarındaki gibi soframız pek yoksul olurdu. O zaman şarkılarla doyururduk karnımızı ve yüreğimizi. Çok iyi gitar çalan bir öğrenci vardı aramızda ve üstelik hemen evin yakınındaki bir pavyonda şarkı söyleyen bir kadına âşık olmuştu. Yoo, kadını hayatında hiç görmemişti. Kadının pavyonun kapısına asılı olan afişindeki fotoğrafına ve ismine âşık olmuştu. İsmi ne miydi? Ömrüm İsyankâr! Bir gece Ömrüm İsyankâr’ın afişini söküp çıkarmış, koşa koşa eve gelmişti. Sonra afişi salonun duvarına yapıştırdı ve o günden sonra hep, Ömrüm İsyankâr’a bakıp gitar çaldı.
İnsanın yüreğini delip geçen tutku dolu simsiyah gözleri ve dalga dalga saçları vardı Ömrüm İsyankâr’ın… Herkes, bir yanıyla bağlanmıştı ona. Şairse öğrencilerle arasına hep gizemli ve suskun bir mesafe koyuyordu. Örneğin, Ömrüm İsyankâr’ın afişi ve hepimizin ona bağlanmamız, şaire çocuksu bir saplantı gibi geliyordu… Onun bizlerden daha önemli işleri, randevuları ve zaman zaman katıldığı gizli toplantıları vardı. Bazı geceler biz salonda otururken, onun odasından ansızın daktilo tıkırtıları gelmeye başlardı. İşte o zaman, oturduğumuz salonda herkes birden dikkat kesilir, ders çalışanlar kitap ve defterlerinden başını kaldırır, herkesin yüzüne saygılı ve heyecanlı bir ifade gelip otururdu. İşte, şaire yeniden ilham gelmişti!.. Hem de kendi evlerinde!.. Saatler sonra şair odasından çıkar, yüzünde yorgun ama mağrur bir ifade; “Arkadaşlar, size son şiirimi okumak istiyorum, gerçi henüz bitmedi ama yine de okumak istiyorum!” der, sonra bir eli cebinde, salonun bir ucundan öbür ucuna gidip gelerek, elindeki kâğıttan son şiirini okurdu. Şiir bittiğinde evin içinde hayranlık çığlıkları yükselir, sonra da herkes tek tek şaire sarılıp onu tebrik ederdi…
Şairi o kadar çok seviyorlardı ve onun kendi evlerinde kalmasından o kadar mutluydular ki ailelerinin gönderdiği harçlıklar geçinmelerine yetmediğinden, okuldan çıktıktan sonra ev ev dolaşıp çarşaf, nevresim, battaniye pazarlıyorlar ve kazandıklarının bir kısmını şaire, cep harçlığı yapsın diye, binbir mahcubiyetle veriyorlardı… Evin tek ısıtıcısı şairin odasındaydı ama içinde yaşayanları tanıdıkça insana sımsıcak geliyordu bu ev. Başı sıkışan, polisten kaçan, firar eden hep buraya sığınırdı.
Paralar, kasetler, kitaplar, içkiler, yemekler, kazaklar, her şey herkesindi. Mülkiyet yoktu bu evde. Sadece, sırası geldiğinde bulaşık yıkamayanlar ve bir de tuvalete girip de bir türlü çıkmak bilmeyenler yüzünden olurdu ufak tefek tatsızlıklar…
Benim İstanbul’a dönme zamanım gelmişti. Şaire söyledim. “Ben de seninle geliyorum!” dedi. “Polis!” dedim. “İstanbul’da bir iş ve bir yer ayarladım kendime, merak etme sen!” dedi. Öğrenciler, şairi bir türlü bırakmak istemiyorlardı. “Burası senin evin artık, ne zaman istersen gel!” diyorlardı. Şair, şiirleri ve o gizemli tavrıyla, öğrencilerin kalbinde taht kurmuştu âdeta. Onu bilge ve erişilmez biri olarak görüyorlardı. İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra, bir iş için yine Ankara’ya gelmem gerekti. Bizim çocukları göreceğim için içim içime sığmıyordu. Ömrüm İsyankâr’ı bile çok özlemiştim. Ve de bu evde sabahları sık sık kurulan o Biberli Menemen Cumhuriyeti’ni… Kapıyı çaldım. Kapıyı açan öğrenciyi hemen tanıdım ve boynuna sarılmak için davrandım ama o, buz gibi bir suratla, sadece elini uzattı.
“Merhaba, gel içeri!” dedi. Evin içerisi bu defa gerçekten buz gibiydi. Beni görenin yüzü kaskatı kesiliyordu. Geldiğimi duyunca diğer odalardakiler de geldiler ve salonda toplandık. “Ne oldu? Neyiniz var sizin?” dedim. Önce bir sessizlik oldu. Söze ilk olarak, iyi gitar çalan öğrenci başladı. “Arkadaşın,” dedi. “Şair diye ayaklarına kapandığımız, saygıda kusur etmediğimiz o insan, bizim her şeyimizi çaldı; tek kelimeyle göçtük.” Diğerlerinin yüzüne baktım ve hepsi de bakışlarıyla arkadaşlarını onaylıyorlardı. İnanmadım, şaka ediyorlar, işletiyorlar sandım. Beni şairin kaldığı odaya götürdüler, yatağının altını açıp gösterdiler. Bunlar, öğrencilerin okuldan sonra pazarladıkları çarşaf, nevresim ve battaniyelerin, içi boş, naylon kılıflarıydı. Anlaşılmasın diye kılıflarından çıkarıp yarı pahasına satmıştı onları. İş, sadece bunlarla bitmiyordu. Çocuklara, siz bütün gün okuldan işe koşturuyorsunuz, telefon parasını, ev kiranızı ben yatırayım, nasılsa sizden daha çok vaktim var, diyerek paraları almış ama bunları ödememişti. Telefon birkaç hafta sonra kapanmış, ardından ev sahibi kapıya dayanmıştı.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Çocukların yüzüne bakacak hâlim yoktu. Zihnimi toparlayamıyordum. Neden sonra gözlerim, Ömrüm İsyankâr’ın afişini, afişteki fotoğrafını aradı. “Olamaz!” dedim içimden. Afişin asıldığı yerde, üzerinde oklar saplı olan bir hedef tahtası vardı. Demek ki güvenip evlerini açtıkları bir şair ağabeylerinin ihanetinden sonra, bir zamanlar birlikte yaşattıkları o hülyalı, o çocuk ruhları hayatın sert kayalarına çarpmış ve parçalanmıştı. Artık bu parçalanmadan sonra bir afişteki fotoğrafa ve bir isme âşık olmanın ütopyasını yaşatacak inanç ve coşku kalmamıştı içlerinde.
Demek ki artık, bir hedef tahtasına saplanan oklar bu sert ve acımasız hayatı, şimdi daha kesin bir şekilde doğruluyordu onlara… “Geç oldu, ben gideyim artık!” dedimse de bırakmadılar. “Seninle bir meselemiz yok!” dediler ve ısrarla kalmamı istediler. Daha sonra da yattık. Ama gözüme bir türlü uyku girmiyordu. Hayır, olmayacaktı. Kalktım, hemen giyindim. Ve bir veda notu yazıp ayrıldım bu evden.
Şaire gelince… Tabii ki ilk karşılaştığımızda, bu yaptıklarının hesabını sordum ondan. Ve aradan uzun yıllar geçti. Geçen gün, hiçbir şey olmamış gibi yapıp yanıma geldi ve ben sormadan o söyledi: Özelleştirmeyi öven bir reklam film hazırlıyormuş.
Şiiri ise çoktan bırakmış!..
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***