YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Yazıları-13)
Son olarak hayatın anlamını çocuklarımıza onların idrak ve algı dünyasına hitap edecek şekilde anlatmak gerekir demiş ve bunun için de iki şeyin farkında olunmasının altını çizmiştim. Birincisi, çocuğun dünyasına vakıf olmak. İkincisi, bu vukufiyete bağlı olarak kullanacağımız araçları iyi belirlemek.
İlkinden başlayayım. Herkesin hem malumu hem de yaşadığı bir gerçek nesiller arası farktır. Bizim gençlik dönemlerimizde bu farkın zaman açısından ölçüsü 25 yıl olarak belirlenmişti. Sosyal hayatın durağanlığı, üretilen bilginin dolaşımı, ilmi ve teknolojik gelişmelerin hızı bu ölçünün belirlenmesinde hakim olan ana unsurlardı. Ama ilgili literatürde tarım, sanayi ve bilgi diye üçe ayrılan dönemleri esas alacak olursak insanlığın 20. yüzyılın son çeyreğinde sanayiden bilgi toplumuna geçmesi ile birlikte çok şeyler değişti. İletişim ve ulaşım vasıtalarının gelişmesi dünyayı global/küresel bir köy haline getirdi. Coğrafi sınırlar sembolik anlamlar ifade etmeye başladı ve Avrupa örneğinde olduğu gibi bu sembolik sınırlar bile ortadan kalktı. Amerika’nın siyasi hayatında olan bir gelişme Hollanda’da köyünde çiftçilik yapan insanın hayatını etkilemeye başladı. Onun içindir ki yıllar önce Hollanda’da Amerika seçimleri öncesi basına konuşan bir köylü, “Ben de Amerika seçimlerinde oy kullanmak istiyorum. Oradaki her gelişme, Beyaz Saray’ın aldığı her karar beni etkiliyor,” demişti. Haksız da sayılmazdı.
Bu bilgi toplumuna geçişin konumuzla alakası şu: Nesiller arasındaki fark uzmanların son yaptıkları değerlendirmelere göre 4 yıla kadar inmiş durumda. Gerçekten çok ilginç. Biz anne babalarımızla rekabet ederken onlar kendi kendileri ile rekabet etmek durumunda kaldılar. Mesela 2016 yılında 12 yaşına giren ve telefon teknolojisi ile bu yaşta tanışan bir çocuğumuz eğer gelişmeleri günü gününe takip etmez hep 2016 yılında kalırsa, 22 yaşına geldiğinde o dünyaya ait çok şeyleri kaçırdığını görecektir. Literatürde XYZ nesli adlandırması ve sınıflandırılması ile anlatılan şey bu. Malum Z alfabenin son harfi. Ama her 4 yılda bir yenilenen nesillerden dolayı şimdilerde Alpha, Beta’dan hareketle A nesli B nesli nitelendirilmeleri kullanılmaya başlandı.
Bugüne dönelim ve somut misallere geçelim: Bugün Y ve Z neslinin yani 1980-1996 ve 1996-2015 yılları arasında doğanların anne baba olduğu yıllar. Pekala ya çocukları? Y neslinin çocuklarına Z diyelim, Z neslinin çocukları ne? Alpha. 4 yıl sonra ne olacak? Bir dört yıl daha geçince… Gerisini siz hesap edin. İşte bu atmosfer ve bu ortam içinde Z ve A nesline ana babalık yapan kişiler eğer çocuklarının dünyasına vakıf değillerse ve anne babalıklarını kendi anne babalarının kendilerine uyguladığı metotlar içinde yapmaya çalışıyor, anlatımlarını kendi çocukluk ve gençlik vasıtaları ile hayata taşıyorlarsa, açık konuşayım bu tür ne anne babalığın ne de anlatımların çocuklarında bir karşılığı yok. Yok demem eğer çok iddialı geldiyse bu kelimeyi yumuşatayım ve şöyle diyeyim, yok gibi, var ile yok arası, olsa da etki alanı çok sınırlı.
Pekâlâ bu durum karşısında önerim ne anne babalara? Elbette onlar gibi olun demiyorum. Bu imkansızı taleptir zaten. Onlar ölçüsünde teknolojiyi takip edin de demiyorum. Kaldı ki isteseniz de takip edemezsiniz. O teknolojinin içinde, elinde iPhone ile doğmuş çocuklarımız bile takip edemiyor, biz nasıl takip edeceğiz? Müzikten edebiyata, sanattan spora çocuklarınız nerede ise siz de orada olun ve onlar gibi yaşayın. Hayır, hayır. Bunların hiçbirisini demiyorum. Dediğim tek şey şu: Bunun farkın farkında olun. Hayata bakış, dünyayı kavrayış, olayları değerlendiriş açısından aramızda ciddi bir farkın olduğunu görün. Onları izleyin, dinleyin, anne baba olma ve onun getirdiği sorumlulukları unutmadan onlarla arkadaş gibi olun. Erkek egemen ya da kadın egemen nasıl bir ailede yetişmiş olursanız olun aynı aile modelini evinizde ayniyle uygulamayın. “Annemden böyle gördüm, babam böyle yapardı, dedem de şunu demişti, ninem zaten böyle davranırdı” diyerek bugünü düne taşımayın. Sözün özü zamanda sapma anlamına gelen anakronizme sapmayın. Farklı zaman, farklı mekan, farklı kültür, farklı geleneklerin hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız gerçeğine uyanın. Kendimden misal vereyim, 2022 Amerika’sında 1975 Tavşanlı’sını yaşamamalıyım. Böylesi bir kabul ve bakış açısı çocuklarımıza yaklaşım konusunda bizi elbette yeni arayışlar içine sürükleyecek ve ikinci diyerek ifade ettiğim o metodolojik değişikliği beraberinde getirecektir. Ama önce bu farkındalık şuuruna ulaşmamız lazım.
Metodolojiye geçmeden dünya görüşü ve yaşam tarzını belirleme bağlamında daha spesifik ve mukayeseli örnekler vermek istiyorum. Mesela, bizim gerek çocukluğumuzda gerekse ergenliğimizde ve gerekse ergenlik sonrası gençliğe adım attığımız erken dönemlerde din hayatımızın merkezinde idi. Ailemizin telkinleri, küçücük dünyamızda gördüğümüz şeyler, almış olduğumuz dini eğitim-öğretim ve çevre faktörleri birbirini destekler mahiyette bizi hep din ve din etrafında örgülenen değerlere ve yapılara götürüyordu. Ya şimdi? Küresel köyün yeni müstakil bireyleri olan ya da olmaya namzet çocuklarımız bütün dünyayı etkisine alan dünyevileşme ve onun en önemli unsuru olarak karşımıza çıkan bireyselleşme atmosferinde nerede duruyor ve din onların hayatında biz ne dersek diyelim hangi ölçüde yer alıyor acaba? Hatta acı ama gerçek, bırakın çocuklarımızı kendimize bakalım ve aynanın karşısına geçip kendimize soralım, “dünkü ben ve din” ve bir de “bugünkü ben ve din”. Nerede duruyorsunuz?
Şöyle de sorabilirim ve bu konuya ilerleyen dönemlerde müstakil bir başlık dahilinde değinebilirim, din mi kültürün bir parçası yoksa kültür mü dinin bir parçası şu an itibariyle? Daha açık ve daha anlaşılır olacağını zannıyla indirgemeci bir yaklaşımla sorayım aynı soruyu: Dini kimliğim benim kültürümün bir parçası mı yoksa kültürel kimliğim dinin bir parçası mı? Kararı siz verin. Hangisi sizin hayatınızda üst kimlik olarak yer alıyor ya da kimliğiniz ve kişiliğinizin ana omurgasını teşkil ediyor? Din mi kültür mü? Özellikle İslam dininin değerleri ve Müslümanların 14 asırlık tarihsel tecrübesinden hareketle din ile kültürü birbirinden kesin hatlarla ayıramayacağımıza göre bu soruya cevap vermek zorundayız. Neyse…
Başka bir misal: Dünyevileşmenin ana unsuru diyerek tarif ettim yukarıda bireyselleşmeyi. Birey olma uzmanların görüşlerine göre doğumla başlar ama tezahürleri benlik şuurunun uyandığı 3-4 yaşında görülür. Kardeşi ile oyuncağını paylaşmak istemez, “Benim oyuncağım” der ve kavga eder. Ama ya, “Bu benim hayatım, siz benim kararlarıma karışamazsınız” demeye ne diyeceksiniz? Bunu 17-18 yaşındaki genç söylese ne âlâ fakat 7-8 yaşındaki çocuğumuz söylüyor bu sözü anne babasına yapmak istemediği bir şeyi ısrar etmeleri nedeniyle. Hatta hayatın içinden verdiğim bu örneği bir adım daha ileriye taşıyayım, anne babanın şiddetli ısrarı karşısında da “911’a telefon ederim” tehdidinde bulunuyor. Şimdi kendimizi düşünelim. Biz 7-8 yaşında iken bunu aklımızın hayalimizin ucundan bile geçirmez ve geçiremezdik. İşte farkında olunması gereken derken kastettiğim bu türlü şeyler.
Madem sözü uzattık, biraz daha uzatayım. Birkaç soru soracağım. Sorduğum bu sorulara siz hayata uyanmaya başladığınız, sözgelimi ergenliğinizin erken dönemlerinde nasıl cevaplardınız, aynı yaşlarda bulunan çocuğunuz nasıl cevaplıyor şu an? Cevapların mukayesesi sizi düşünce planında bir yerlere sürükleyip götürüyorsa okuduğunuz yazı fonksiyonunu icra etmiş demektir. “Hayattan beklentin nedir? Başarının ölçüsü sana göre neler olmalıdır? Seni hayata motive eden unsurlar nelerdir? Aşık olduğun kız/erkek, din, ideoloji, vatan vb. uğruna ölürüm diyeceğin bir şey var mı? Varsa gerçekten onun için ölmeye değer mi, neden?”
Şimdi metodolojiye geçeyim.
Devam edecek…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***