İkinci Dünya Savaşı sonrasında psikologlar ve psikanalistler, o dönemde yaşanan vahşetlerin nasıl mümkün olabildiği üzerine kafa yordular. Irkçılığın ve zulmün itaat kültürüyle ilişkisini saptadılar. Stanley Milgram, daha sonra bilim etiği açısından çok eleştirilecek olan deneylerini yaptı.
Soru şuydu:
Zulme yol açan itaat sadece özel dönemlerde ve koşullarda mı mümkün?
Deneye katılan insanlardan vicdanla çelişebilecek şeyler yapmaları istendiğinde denekler vicdanlarının sesini mi dinleyecekler yoksa otoriteye (deneyin yöneticisi, bilimsel otorite vd.) boyun mu eğecekler? Deneyde, öğretmenin sorularına yanıt veremeyen bir öğrenciye (aslında öğrenci rolü oynayan ve deneyden haberdar olan biri) elektrik vermek suretiyle işkence ediliyor. Birçok ülkede, başka zamanlarda bu ve benzeri deneyler tekrarlandı. Sonuç her yerde aynıydı. Deneye katılanların çoğunluğu, öğrenci rolündeki kişi acı çekmesine, bağırmasına ve inlemesine rağmen, otorite istedi diye elektrik vermeyi sürdürüyordu. İnsanların çoğu sorgulamaksızın otoriteye boyun eğiyor. İtaat kültürü sosyalleşmeyle öğreniliyor. Çocuğun itaate zorlanmasının nedeni onun aykırı ve asi yanlarını törpülemek. Daha sonraları bu itaat yıkıcılığın motoru oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insan, itaat kültüründen gelen insanların yıkıcı yanları yüzünden öldürüldü!
Frankfurt okulu ve otoriter kişilik
İkinci Dünya Savaşı faciasının oluş nedenleri üzerine araştırmalar yapan düşünürlerden Theodor W. Adorno ve Erich Fromm otoriter kişiliği ve otoriter eğitimi incelediler. O dönem psikanalizdeki “dürtü kontrolü”nün (Triebkontrolle) ve patriarkal aile yapısının otoriter yapıyı oluşturduğunu yazdılar. Aile içinde anne ve babanın rolünün otoriter yapılanmada öneminin altını çizdiler. Bir yandan çocuktaki dürtüler (Trieb) ve buna karşın toplumsal değerlerin temsilcisi olarak babanın çocuğun dürtüleri karşısındaki otoriter ve tahammülsüz tutumunun çocuğun dürtülerini arka plana itmesine vurgu yaptılar. Üst-ben dediğimiz psikolojik merci, babanın bu tutumuyla oluşuyor. Çocuk babayla özdeşleşerek toplumsal değerleri ve normları içselleştiriyor. Ve böylece çocuğun içinde bir yandan üst-ben, diğer yandan da dürtüler bulunuyor ve bunlar zıtlık içeriyor. Çocuğun üst-beni dürtüleri denetliyor. Böylece dürtülerle toplum arasındaki bir mesele içselleşiyor. Çocuğun kendi dürtülerine karşı katı tutumu otoriter kişiliğin oluşmasına katkıda bulunuyor. Üst-benin çocuğun iç dünyasındaki hakimiyetiyle biten bir hikaye…
Otorite konusunda Almanya’da kapsamlı çalışmalar yapan Julia Schuler, Clare Schliessler ve Oliver Decker, “otorite sendromu”nda (Das autoritäre Syndrom) erkeğin toplumdaki otorite kaybından ötürü özel alanda daha da otoriter davranmaya yöneldiğini vurgularlar (Jahrbuch der Psychoanalyse, 2021). Toplumsal hayatta ‘reisliği’ yitiren erkeğin ‘aile reisliğini’ abartmasına, çocuklara karşı daha da otoriter olmasına vurgu yaparlar. “Akşam babana söylerim!” ve “Sakın baban duymasın!” türü söylemler bu rolün abartılmasına katkı yapar. Oliver Decker’in bu kontekstte geliştirdiği bir kavram var: “İkincil otorite”. Birincil otorite çocuğun babasıyla özdeşleşerek otoriteyi içselleştirmesi, ikincil otorite ise çocuğun bazı fikirlerle, inançlarla ve ideallerle özdeşleşmesi ve bunu içselleştirmesidir. İkincil otorite otoriter ideallerle özdeşleşerek bunları ölümüne savunmaktır; Türklük, Müslümanlık ve Turan gibi. Birincil özdeşleşmede bazı değerler içselleştirilir ama entegre olmaz. Bu ise insanın kendi değerler sistemini oluşturmasına engel teşkil eder. Yani biz babadan üstlendiğimiz değerleri savunurken, bunu kendi muhakememizden geçirerek kendi dediğimiz sisteme entegre edemeyiz. “Böyle gelmiş, böyle gider”, “Biz Türk’üz/Müslümanız” ya da “İşte böyle” diyerek gerekçelendirilmediği, eleştiri ve refleksiyon süzgecinden geçirilmediği için entegre edilmeden içe alınır. Bu durum ikincil özdeşleşmeyi de sorgusuz-sualsiz üstlenmek demektir.
Frankfurt Okulu’nun yaptığı ve birçok araştırmada da doğrulanan bir tespit vardır: Çok liberal görünen orta sınıfın psikolojik otoriter yapısı ve bunun otoriter rejimlerin oluşmasına verdiği destek. Orta sınıf toplumda başarılı olan, bireysel başarıları olan gruptur. Bu başarı da uyumlu olarak mümkündür. Uyum ise kendi isteklerini kabul ettirememek, sürekli uzlaşmak ve bununla baş edebilmek anlamı taşır ve bu da itaat yeteneğiyle mümkündür. Orta sınıf itaatkardır ve bunu ‘uyum’ olarak algılar…
Psikanalizdeki en önemli çalışma konularından biri, çocuk ve anne-baba ilişkisini uzun dönem gözlemlemektir. Bu gözlemlerde tanık olunan bir realite vardır: Bebeğin doğumdan itibaren bağlanma çabası, dünyaya ve çevresine karşı meraklı davranması ve ilişkilenmek için aktif rol oynaması. Lloyd deMause (Das emotionale Leben der Nationen [Ulusların duygusal yaşamı], 2005), bebeklerde gözlemlenen bir fenomenden söz eder: Başka bir bebeğin ağladığını duyan ya da gören bebekler de ağlamaya başlar. Çocuklarda merhamet, acıma ve empati gelişkindir. Başka birinin ağladığını fark eden çocuğun, bir korku objesinin ağlamaya neden olduğunu sanarak aslında korkudan ağladığını, bebeğin ağlayan birine ağlayarak refakat etmesinin empatiyle bir ilişkisinin olmadığını düşünebiliriz. Ama çocuklar üzgün olduğunu ve acı çektiğini gördükleri anneyi teselli etmeye, ona yumuşak davranmaya özen gösterirler. Bazen oyunda, yetişkinler şakadan ağlama rolünü oynadıklarında çocukların yumuşak ve teselli edici davranışlarını gözlemleriz. Lloyd deMaus işte böylesine merhametli çocukların “acımasızlık kültüründe” (Kultur der Grausamkeit) bu özelliklerini yitirdiklerini söyler. Acımasızlıkla tanışan çocuk kendisi de acımasızlaşarak, bu kültüre uyarak varlığını sürdürüyor.
Acımasızlık kültüründe çocuklar “ilk (birincil) adaletsizlik/haksızlık” olarak adlandırabileceğimiz bir şey yaşıyor. İtaat etmek, boyun eğmek, iradenin yenilmesi çocuk için bir haksızlık. Bu ilk haksızlığı bir yandan içselleştirirken diğer yandan da bunu düzeltme isteği oluşuyor. Bu dönemde çocuk eşitsizlikler ve yetersizliklerle de tanışıyor, daha doğrusu bunu fark ediyor. Anne ve babanın yapabildiklerini yapamamak ve bunu bir eşitsizlik, yetersizlik ve haksızlık olarak kaydetmek… Çocuk işte böylesine ağır konulardan fantezi dünyasına sığınarak, “mutlak adaleti” projekte ederek, muhteşemlik ve üstünlük fantezisine kaçarak (sonsuz narsisizm) iç dengeler kuruyor ve hayatı kendisi için çekilebilir kılıyor. Aynı zamanda kötüyü de relative ediyor ve olağanlaştırıyor. Acımasızlık kültürünü kabul ediyor, ona eklemleniyor. Üstün olduğuna, ailesinin soylu ve şerefli olduğuna, ailesinin yaptıklarının kaçınılmaz ve normal olduğuna kendisini inandırıyor. Bu durum ama çok kırılgan, dağılmaya yatkın bir konsept, içindeki çelişkilerden ötürü. Görmezden gelinen ve bastırılan bu çelişkiler aile/grup kutsanarak sorgulanmaz hale geliyor ve bu kırılganlığa yatkın denge ayakta tutuluyor. “Ailenin iç meseleleri” ve “iç işlerimize karışmayın” söylemleri daha sonra büyük grup aidiyetlerine de aktarılıyor…
İlk incinme, ilk haksızlık ödipal durumda tekrar ederek katmerleniyor: Anne-baba çocuklarına, onu ‘çok sevdiklerini’ söylüyorlar ama aynı zamanda onu mahrem alanın dışına atıyorlar. Çocuk açısından bu ağır bir aldatılmışlık anlamı da taşıyabiliyor. “En çok beni seviyorlar ama beni dışlıyorlar!” Burada bir güven sarsıntısı ve haksızlığa uğrama duygusu oluşuyor. “En çok güvendiğim annemdi/babamdı o da beni babamla/annemle aldatıyor!”
Acımasızlık kültürünün ötekine şiddete yatkın olması, öteki grubun acımasızı olma geleneği oluşuyor. Yaşadığımız toplumdaki her grup, ama her grup bazı kontekstlerde mağdur ve acımasızlığa mahkum kalabiliyor. Kadınlar, çocuklar, taşralılar, kentliler, Beşiktaşlılar, Trabzonsporlular… Dinciler, Kürtler, Aleviler, Solcular, Ermeniler… Her grubun bazı kontekstlerde dışlanması ve haksızlığa maruz bırakılması, o grubu mağdur statüsüne getiriyor. Bu statü daha sonra fail olma gerçeğini gizlemeye, acımasızlık kültürünü sürdürmenin ‘haklılığına’ hizmet ediyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***