Freud’un psikanalize kazandırdığı önemli konseptlerinden biri, “bastırılmış olanın geri dönüşü”dür. Freud bastırılanın bir dönem sonra bastırıldığı dönemden daha da güçlü olarak geri dönmesinden bahseder. İtaatte oluşan öfke de bastırılır. Bastırılan bu öfke içten içe kaynamaya devam eder ve çıkış yolu arar, sonra katlanmış bir öfke olarak ortaya çıkar. Bu tür öfkeler devletleri ve sistemleri yıkar bazen. Ama çoğu kez otoriteden korkulduğu için ‘ötekine’ şiddetli bir biçimde yansıtılır. Polis, ordu ve derin devlet gibi çok hiyerarşik organize yapılarda emir-komuta zinciri ve alt-üst çok belirgindir. İşte bu mutlak itaat eden insanların ötekine gözlerini kırpmadan zulüm yapmaları ve sıradan toplantılarda insanlıktan çıkmaları çoğu kez bu durumla ilişkili değerlendirilebilir. Bastırılan geri döndüğünde oluşturulan tepki, yeniden ve daha şiddetli olarak bastırmayı denemektir.
Müslümanlar yıllarca kendilerine baskı yapıldığına dair “Cumhuriyet zulmü” anlatısını sesli dile getirdiklerinde ve başörtüsü tartışmalarında devletin yeniden bastırma şiddetine maruz kaldılar. Bir adam çıktı televizyonlara, kendi hikayesini, akrabalarının ve sosyal çevresinin hikayesini anlattı, “Soyumu kırdılar!” dedi. Bastırılmış olan, tabu olan, suskunlukla anlatılan seslendirilmişti. ‘Bastırılan’ şey televizyonlarda dile gelmişti… Hrant Dink… Bastırılmış olan geri döndüğünde, bastıranlar geri döneni de yeniden şiddetle bastırmayı dener. Sokak ortası. Yırtık bir ayakkabı fotoğrafı. Yeniden bastırılandan geri kalan… Kürtler türküler söylediler, zılgıtlar, ağıtlar yaktılar. Bu kadar zulme rağmen melodilerinde keyif vardı, oynaktı. Kart-kurt, Kürt olarak geri döndü… Sonra Tahir Elçi… Ölümler, zulümler, sürgünler, işkenceler. ‘Bastırılan’ geri döndüğünde bastıranlar, yani zalimler yeniden bastırdılar.
Geride kalanlar umudu kuşanırlar. Umut ki en güzel elbiseleridir ve en çok onlara yakışır. Kendilerini biriktirirler sessizlikte. Suskunluklarında umut ve biraz da öfke saklıdır. Bilirler, dalgalar ölmek için gelir çoğu kez sahile. Gene de severler rüzgarlı havaları, yağmuru, fırtınayı, dalga dalga vurmayı. Ve hüzün… Vurulmayı… Ve bu nedenledir ki, onlar sıradan bir biçimde yazarlarken kendi tarihlerini, tarihe de yazarlar bu hikayeleri ve bu yüzden tarih yazar onların hikayelerini…
Freud’un bize öğrettiği başka bir konsept de “tekrarın zorunluluğu/kaçınılmazlığı”dır (Wiederholungszwang). Takıntıları anlamaya çalışırken Freud, çözülemeyen çelişkilerin, işlenemeyen, optimal çözüme ulaşmayan konuların insanı bu konuları tekrara zorladığını, bunun çözüme ulaşıncaya kadar süreceğini yazar. Mesela otoriteden korkma sorununuz var, otoriteyle karşılaştığınızda itaat ederek bu soruna tepki veriyorsunuz. Ama itaat etmek aslında bir zorunluluktur; otoriteyle karşılaştığımızda o an bulduğumuz bir çözümdür, ama ideal ve istenilen bir çözüm bu değildir. Bu nedenle insan otoriteyle her karşılaştığında bellediği örnekle çözer o an oluşan sıkıntıyı; yani eskinin yinelenmesiyle. İşte bu anlık çözüm de yeniden bir iç sıkıntı oluşturur ve bu sorun, ideal ya da kabul edilebilir şekilde çözülebilmesi için tekrarı zorunlu kılar.
Kirlendiğini sanan biri, ellerini yıkayarak temizlenmeye çalışır. Ama gene elleri kirlendi sanarak yeniden yıkar. Bu kirlenmişlik duygusu o insanı daha da titiz yapar. Her el yıkama daha da temiz olma gereksinimini doğurur. Onlarca, yüzlerce, binlerce kez yıkar ellerini. Ne zaman içindeki ‘psikolojik pisliği’ temizler, o zaman rahata kavuşur elleri. Bu durum bastırılan için de geçerlidir. Başka bir Hrant bir gün gene söyler. Mağdurlar mağduriyeti tekrar etmek zorundadır, yoksa bu yara içten içe kanar. Gene vururlar bir köşe başında… Çünkü failler de zalimliğe mahkumdurlar. Bu sorunları çözmek aynı zamanda failler için de insan olma, bu sıkıntılardan arınma ve temizlenme meselesidir. Başka bir Tahir anlatır… Bir Kürt ağıtında buluruz gene tüm hikayeyi. Bu, sorunları çözene kadar tekrarı zorunlu bir meseledir…
Celladına sevdalanmak ya da itaatin sevgiye dönüşmesi
Stockholm’de soyguncular bir bankayı soymak için basarlar, bankadaki görevlileri günlerce rehin tutarlar. Soyguncular rehinelere iyi davranır, aralarında iyi ilişkiler oluşur. Polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler, soyguncuları uyarırlar. Soyguncuları kollarken kendilerini kurtarmak isteyen polisten korkarlar. Rehineler olay sonrasında yakalanan soyguncuların aleyhine ifade vermekten kaçındıkları gibi, onların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Onları hapishanede ziyaret ederler. Bu olaydan sonra, insanın kendisine kötü davranana duyduğu sempatiyi tanımlamak için “Stockholm sendromu” kavramı kullanılır.
Kendisine kötülük yapan insanlarla pozitif ilişkinin nedenleri araştırıldığında bu insanların olağanüstü bir durum yaşadıklarını tespit ederiz. Rehinelerin dış dünyayla ilişkileri kesiktir ve kendilerini rehin alanlara varoluşsal bağımlı hale gelirler. Temel gereksinimlerinin giderilmesi faillerin ‘sayesinde’ olur. Böylece rehineler gereksinimlerinin giderilmesiyle faillerine şükran borçlu duruma gelirler. Burada algılamanın çarpıtıldığını görürüz. Sosyal izolasyondan ötürü dış dünyayla ilişki failler üzerinden olur. Faillerin işkenceci olmayan tutumları da çok olumlu olarak değerlendirilir. Ve böylece durum deneyim olarak bir rehin alma durumundan çıkarılmış bir halde algılanır. Rehineler korktukları için çok itaatkar davranırlar ve böylece failin isteklerini koşulsuz bir şekilde yerine getirirler.
Bu aşırı uyumluluk hali da failin pozitif davranmasını sağlar ve pozitif bir atmosfer oluşur. Bu durumda mağdurlar varoluşlarını faile borçlu gibi hissetmeye başlarlar. Ayrıca rehin olduklarından sonsuz bir çaresizlik yaşarlar, ama fazla uyumluluktan oluşan pozitif atmosferden ötürü durumu kontrol edebildiklerini düşünürler. Sonsuz çaresizliğin getirdiği kontrol yitimini böylece azaltarak yeniden sınırlı bir denetleme duygusu yaşarlar. Kurtulamayacakları durumu pozitife dönüştürerek travmatik etkiyi en aza indirirler. Failin güvenini kazanmak için de onunla koalisyonlar yaparlar. Failin tutumunu üstlenmekle beraber, failin düşmanını da kendi düşmanlarıymış gibi yaşarlar. Failin perspektifinin üstlenilmesiyle birlikte faile anlayış çoğalır. Failin rehin almaya mecbur kaldığına, başka çaresinin olmadığına inanırlar. Ve böylece taraf değiştirerek faille özdeşleşmeye başlarlar. Faille mağdur arasında güven ilişkisi olur. Eylemden ötürü oluşan suç dışarıya (koşullara ve sisteme) atılarak fail masum ilan edilir.
Rehin alma durumu, ailedeki çocuğun durumuyla benzerlik gösterir. Çocuk da sosyal, psikolojik ve varoluşsal olarak anne-babaya bağımlıdır. Anne-baba onun yaşamını sürdürmesine izin verir. Boyun eğdirme daha sonra gönüllü boyun eğmeye ve böylece gerilimi düşürmeye dönüşür. Bu durum diktatörlüklerde halkla diktatör arasındaki ilişkide de gözlemlenir. Halk rehindir ama bu durumdan hoşnut olmak için gerekçeler bulur. Kenan Evren faşizmi döneminde yüzbinlerce insana zulüm ve işkence yapılırken halkın derdi Bülent Ersoy’un cinsiyet değişimi, kesilen çüküne ne olduğu, ya da televizyon kanallarının çok kanallı olması ve Evren’in başarısıydı.
Erdoğan’ın yaptığı kötülüklerin görmezden gelinip “yollar yaptı” manzumesinin okunması da benzer bir sistemle ilgili: Olumlu bir örtüyle tüm kötülüklerin üzerini örtmeyi denemek. Erdoğan’a itaat ederek onun öfkesinden korunabilmeyi pozitif olarak yaşamak… Kötüye, faile sevdalanarak onun olumsuzluklarının tümünü görmezden gelmek ve onun yerine sonradan yaratılmış olumlu bir imaj koymak. Bu iyilik maskesiyle kötüyü görünmez hale getirmek. Bu durumda faille hayranı arasındaki fark ortadan kalkıyor. Aynı metni okuyor, aynı telden çalıyorlar. Birey olmak, ben ve sen olmak yok ediliyor. Biz olunarak aradaki kişilik sınırları da ortadan kaldırılıyor.
Büyük, muhteşem birinin parçası olmanın getirdiği narsistik haz da bu kendini katletmeye, kişiliksizleştirilmeye ve hiç olmaya karşı edinilen bir armağan. Ötekiyle yaşanan farklara öfkenin ardında da bu mekanizma var: Faille bütünleşmek ama ötekiyle olan farkın altını çizmek!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***