M. Nedim Hazar’ın “Bayram sabahı!” başlıklı yazısı şöyle;
“utanır oldum gözlerini bulandırmaktan mevsim yazken,
kışları kim saklar koynunda kanat kanat açılırken,
anneler neden bayramlarda kanar?” (Barış Erdoğan)
Artık unuttum kaç yıldır gurbette olduğumu.
En olmadık belde bile bir süre sonra vatan oluyor sanırım.
Ya da vatanın anlamsızlığı hakim geliyor.
Öyle ya, dün Kahire idi vatan, Yemen idi, Şam idi…
Bugün değil…
Gurbette olmak, malsız, mülksüz…
Öyle mevsimlik işçi gibi değil.
Ailecek, çoluk çocuk ve hiçbir şeysiz…
Yanımıza “üç şey” değil “hiç şey” alarak çıkmıştık gurbete üstelik.
Bir gece vakti, karanlığın en yoğun anında, artık dayanılmaz olunca ıstıraplar, vaktiyle gitmemenin acısını yeterince sindirdiğimizi idrak ettik.
Son bir yılda çektiklerimiz bizden öncekilerin belki topuklarına kadar bile gelmez amma bizim gırtlağımıza bir yumruk gibi oturuyordu her akşam.
Yarın sıra kimde?
Bu soruyu bekleyen mazlumların ruh halini bilir misiniz?
Her akşam yatarken, sabah namazına kapı zili sesiyle sıçramaktan tedirgin.
Sahi sizin aileniz hiç her sabah tutuklanma korkusuyla uyudu mu kardeşim?
Öyle pijamayla filan olmuyor…
Fırsat vermeyebilirler diye, günlük kıyafetlerinizle uyuyorsunuz.
Artık, “biz bir suç işlemedik ki?” türünden düşünceleri sildik dimağlarımızdan.
Ne yani, tutuklananların, içeride aylardır türlü işkence çekenlerin, çile dolduranları, yaşlı teyzelerin, amcaların, annelerin, bebeklerin suçu mu vardı ki?
Zalime göre suçluyduk.
Büyük suçtu Musa’dan yana olmak.
Firavun gerekçe mi bulmuştu sanki!
Öldürün, demişti tüm yeni doğan çocukları.
Zindana atın tüm yetişkinleri.
Peki ya suçları?
Zalimden yana olmamak yeterince ağır bir suç değil mi zulmü alkışlayanların ülkesinde?
Kabul edelim artık, her şeyi kendi hükümdarlığı için dizayn eden birinin açık hapishanesine döndü Türkiye.
Kimseye huzur yok, bundan sonra da kolay kolay olmayacak galiba.
Biz ise sürgünüz vatanımızdan…
Bize acı gelen topraklarımızdan bir eşkıya gibi kovulmak, hain muamelesi görmek bile değil.
En çok ağrımıza giden 50 yıllık komşularımızın bile zehirli bir efsunlama ile zalimin suyundan içmeleri.
Bu çok ağır inanın, çok çok ağır…
Ve galiba vatanımızı yaşanılmaz kılan da bu oldu.
Bir şekilde gitmek gerektiğini idrak ettik bu sayede.
24 saat bize hakaret eden, hain diyen, çocuklarımızı horlayan, evlerimizi taşlayan, iş vermeyen, ekmek parası kazanmamıza bile müsaade etmeyenlere de bir nebze katlanabilirdik.
Ama dost bildiklerimizin vefasızlığı ağır geldi arkadaş, yalan yok!
Toplayacak tasımız tarağımız bile kalmamıştı.
Bugün şükrediyoruz ama ağırımıza gitmişti, işimizden, evimizden olmak.
Çocuklarımız okula gidemez olmuştu.
Okullar kapatıldı, yurtlar kapatıldı. Kendi yurtlarına kendi referanslarıyla aldıkları için biat etmeyenlerin orada da yeri yoktu.
İş zaten yok…
Su bile yok demişlerdi ve yaptılar. Bir tek o sözlerinde dürüst davrandılar kabul etmek lazım.
Ellerinde olsa oksijenimizi bile keseceklerdi eminiz.
Nitekim her fırsatta nefretlerini kusuyorlardı üzerimize.
Allah’ım bu denli bitmeyen bir nefreti kazanmak için ne yapmıştık biz?
Tuhaflık şuradaydı; hırsızlığı onlar yapmıştı; talanı, ahlaksızlığı, üçkâğıtçılığı, teröristi desteklemeyi hep onlar yaptı.
Ama terörist biz olmuştuk iyi mi?
Gitmekten başka çare kalmayınca sürgün oluyor insan.
Kimileri nazik, bu duruma “Cebrî Hicret” diyor.
Biz ise düpedüz sürgün diyoruz artık.
Gurbet, hasretle harmanlanınca çekilir olabiliyor belki ama dönmek istesen de dönemiyorsan sürgün oluyor artık adı.
Küçücük bir pazar poşetiyle çıktık yollara. Bin bir meşakkat ve yorgunlukla.
Yalanlarla kayıp ilanı verdikleri iptal ettirmeye çalıştıkları yeşil pasaportumuz vardı, belki vicdanlı bir Necaşi buluruz diye çıkmıştık ana yurdumuzdan.
Önce bir ülke, sonra başka bir ülke daha, sonra bir tane daha…
Kolay değildi çocuklarla böylesi bir yolculuk.
Üstelik hiçbir maddi birikim olmadan düşülen yollarda ardımızdan geliyorlardı. Musa’yı kovalayan Firavun ordusu gibi gaddardılar üstelik.
Habeşistan’a gidenlerin peşine taktıkları gibi eracif yüklü katırlar gibi peşimize takmışlardı birilerini. Ve zehirlerini sınır ötesine bile kusuyorlardı.
İnsan gurbete çıkınca kendi vatanından birilerini bulunca sevinir değil mi?
Hevesimiz kursağımızda kaldı. Gurbette olan vatandaşlarımızı da zehirlemişlerdi ve onlar da nefret doluydu bize karşı.
Bırakanız yardım etmeyi, ellerinden gelen kötülüğü yapıyorlardı.
Vakit namazı için camiye girmemize bile izin vermeyenler vardı.
Cami kapısına “defolun” diye yazanlar da. Kureyş müşrikleri bile bu kadar zalimleşmemişti demek istemezdim ama maalesef böyleydi durum.
Gittiğimiz caminin imamı bizzat raporlar yazıp yolluyordu birilerine. Bir mücrim gibi takip ediyorlardı. Eli kanlı teröristleri, namussuzları, katilleri, kaçakçıları, hırsızları bile bu kadar baskı ve zulümle takip etmiyorlardı.
Nasıl bir kindi bu Allah’ım, nasıl bir nefret!
Bu ikinci bayram olmuştu gurbette.
İlk bayramda bu kadar ağır gelmemişti bize gurbetlik.
Ezansız semtlerde yaşamanın ağırlığını bayramlarda daha çok hissettik yalan yok.
Bir demir örs gelip oturdu göğüs kafesimizin üzerine. Bilal’in üzerine yıkılan kaya gibi ağırdı, kemiklerimizi kırarcasına ezdi bizi.
Teşrik, tekbir, hamdele, besmele…
Ne kadar özlemiştik.
Ne can yakıcı bir şeydi gurbette mazlum olmak.
Şükretmediğimiz zannedilmesin sakın, bin şükür her daim verilene de verilmeyene de.
Medine’nin köpeklerinden beter olanların durumuna düşmesin kimse. Olunca şükretmek en kolayı çok iyi anladık. Esas yiğitlik olmayınca şükredebilmekte…
Ömrümüzü, her bayram ihtiyacı olanlara koşturmakla geçirmiştik. Ve galiba şimdi bu bayram bizim ihtiyaçlarımız vardı. Ve yine birbirimizin imdadına yetişiyorduk enteresan şekilde.
Bizden başkası duymuyordu sesimizi, kendi gözlerimizden dökülen yaşları bizim gibi gözü yaşlı bir muhacir siliyordu yine. Birbirimize dayanak oluyorduk.
Fakat…
Hakkını yemeyelim, bir avuç da olsa, Medineli ashabın izinde Ensar da vardı çok şükür, haklarını inkar etmek, görmekten gelmek Gayretullah’a dokunur Allah muhafaza!
Ne güzel demiş şair:
“Buram buram tüter gözünde sıla,
Uyanır uyanır bakarsın yola,
Yaz geçer de bahar uğramaz dala,
Har olur gurbette bayram sabahı.”
Fakat anladık ki, gelmesi zor oluyor gurbet bayramlarının. En az gurbet kadar zor.
Çünkü bayram eş, dost, akrabalarla, özellikle de doğduğunuz, büyüdüğünüz yerde bir başka güzeldir.
Bayrama hazırlanmak ayrı bir güzelliktir çünkü.
Sabah ailece gidilen bayram namazları güzeldir.
Bayramlaşmak güzeldir. Musafaha güzeldir, tokalaşma güzeldir…
Bayram ziyareti güzeldir, kabir ziyareti hüzünlüdür ama güzeldir.
Hüznün en güzel halidir merhumlarla bayram sabahı buluşmak Fatihalar Yasinler…
Gurbet ise kurbanın ruhuna ters sanki.
Uzaklıkta yakınlığı hissetmek!?
Onu da tecrübe etmek varmış kaderde ve tuhaf oluyormuş. Yaz günü kış ayazında kalmak gibi tuhaf bir titreme sarıyor ruhları bu sebeple..
Üşüyor insan gurbet bayramlarında.
Ve çok tenha oluyor gurbetin bayram yeri, bayram sabahları çok sessiz oluyor gurbette.
Yapayalnız bir hüzün dolaşıyor evin her köşesinde, zehirli bir ok gibi heybesinde ıssızlığı saklayan bir hüzün.
Gözler gurbet ile ağlamaya alışkın, vaktiyle ağlamamış olmanın acısını çıkarıyor adeta. Görmek için değil ağlamak için yaratıldığını anlıyorsunuz gözlerin. Öncelikli vazifesi görmekse eğer hüznü görmesi gerekiyor gözlerin.
Zormuş, çok zormuş gurbette bayram… yıllar yılı bunu anlıyoruz.
Gurbetteydik ama sürgün olmak daha ağır geliyordu bizlere. Sürgünde bayramı idrak etmek ise ağırdan da ağır!
Buruktuk, erteliyorduk sevinçleri.. Bu nedenle bayramı tam idrak edemiyorduk belki ama şükretmeyen nankörlerden de olamazdık.
Eller kalkarken tekbir için namaza, göz tuzuyla kuruyan çatlamış dudaklardan hep aynı fısıltılı dua göklere yükseliyordu:
Rabbimiz, halimiz sana ayan…
Mübarek olsun kurban, kutlu olsun bayram…
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***