Kapitalizm, piyasa ilişkilerinin uzun yıllar içinde aşağıdan topluma egemen olmasına dayanır. Kapitalist ilişkiler toplumu sardıktan sonra devlet ve diğer üst yapı kurumları sisteme sadece olağanüstü durumlarda düzenleyici olarak müdahil olurlar. “Normal” zamanlarda ise “görevleri”, kapitalizmin işleyen çarklarına göz kulak olmaktır. Bu olağan işleyiş dışında, kültür alanı, piyasa ilişkilerinin kendiliğinden işleyişine tabidir. Kapitalist ilişkiler ortamında ayakta durabilenler yaşar, duramayanlar, toplumun derinliklerinde yok olup gider.
Bugüne kadar bilinen sosyalist uygulamalar ise, “tersten” başlamıştır. Bir devrimle iktidara gelen sosyalist güçler, hâlihazır toplumun alt yapısında sosyalist ilişkiler henüz kurulmadığı, toplumu aşağıdan sarıp sarmalamadığı için “sosyalizmi” yukardan, devlet aracılığı ile kurmaya çalışmışlardır. Yeni “sosyalist” toplumda toplumsal mülkiyet, devlet mülkiyetinden, “sosyalist ilişkiler”, devletin ekonominin bütününe fail olarak müdahale etmesinden ve düzenlemesinden başka bir şey değildir. Yeni bir eşitlikçi toplumun kurulması için emekçi sınıfların ve tüm toplumun öz seferberliğine dayanma alternatifi hiç gündeme gelmedi ya da daha başından devre dışı bırakıldı. Bu alternatifin tartışılması bu yazıda yer alamayacak kadar kapsamlı bir başka konu.
Böyle bir “sosyalizm” uygulamasında, yukardan devlet dayatmasının en önemli unsurlarından biri de kültür üzerindeki denetim ve bunun zorunlu bir parçası olan baskıdır. Madem ki “sosyalizm”, yukardan devlet zoruyla inşa edilecektir, kültür de bu inşanın en önemli unsurlarından biri olacaktır. Bu bağlamda “sosyalist devlet”, kültüre, piyasanın kendiliğindeliğine dayanan kapitalist toplumda olduğundan çok daha fazla önem verir, hatta neredeyse egemenliğini yukardan kültürel ve ideolojik egemenlik yoluyla mümkün kılar. Bu, kaçınılmaz olarak kültürün merkezi denetim ve baskı altına alınmasını getirir.
Sovyetler Birliği rejiminde sanat ve kültür alanı doğrudan devlet fonlarıyla beslenmiştir, sanat ve kültür insanları da öyle. Rejimin gösterdiği yönde ürün verenler toplumun ayrıcalıklı bir kesimi olarak yaşamlarını sürdürüyor, rejimin yönelgeleri doğrultusunda eser vermeme cüretini gösterenler ise devletin sunduğu geçim araçlarından yoksun kılınıyor, daha kötüsü, Stalin döneminde olduğu gibi, çalışma kamplarına ve ölüme mahkûm ediliyordu. “Sovyet kültür aygıtı Stalin çağından beri, yaklaşık altmış yıldır yerindeydi. Devlet fonlarından besleniyordu ve baştan aşağı denetleniyordu. Stalin neden yüksek kültüre ihtiyaç duyduğunu biliyordu ve onu havuç-sopa sistemiyle yönetiyordu.” (Solomon Volkov, Büyülü Koro, s. 292). Öyle ki, bu baskı ve denetimden, sadece “sosyalist” rejimlerin sanat ve edebiyatı değil, dünya edebiyatının ürünleri de nasibini almıştır. Dünyada sol literatürün en önemli romanlarından olan, John Steinbeck’in, Türkçeye Bitmeyen Kavga (orijinal İngilizce adı In Dubious Battle’dır) adıyla çevrilen romanı, Komintern’in ideal “işçi sınıfı” ve “komünist” ölçülerine uymadığı için Sovyetler Birliği’nde uzun yıllar boyunca basılamamış, ancak Gorbaçov döneminin son yılında, 1989 yılında basılabilmiştir. Keza, dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Franz Kafka’nın eserleri, “duvar” yıkılıncaya kadar “sosyalist” ülkelerde yasaklı yazarlar listesinin başında geliyordu.
1930’larda rejim tarafından idam edilen yazar İsaac Babel, “Sovyet sistemi yalnızca ideoloji sayesinde ayakta kalır. İdeoloji olmasaydı on yıl önce çökmüştü” (Andy Smith, Korku ve İlham Nöbette, s. 280) demiştir. Gulag kamplarında açlık içinde ölen şair Ossip Mandelstam, bu gerçeği, henüz tutuklanmadığı dönemde, karısı Nadejda Mandelsdam’a tipik bir şair karamsarlığı ve ironisiyle şöyle ifade etmiştir: “Neden şikâyet ediyorsun? Şiire sadece bu ülkede saygı duyuluyor – onun için insanları öldürüyorlar. Şiir için bu kadar insanın öldürüldüğü daha başka bir yer yoktur” (Agy, s. 156) Pasternak’ın Doktor Jivago romanından yola çıkacak olursak, bir romanın neredeyse bir rejimin kaderini belirleyecek ölçüde önem kazanması, kapitalist rejimlerde tasavvur edilebilecek bir şey değildir. Doğu Bloku’nda sanatçılar kimi zaman salt eserleri nedeniyle ölüme ya da toplama kamplarına gönderilirken, kapitalist rejimlerde sanatçılar ve eserleri ilgisizliğin kurbanı olarak yok olmaya sürükleniyorlardı. Belki paradoksal olacak ama, bir bakıma, Pasternak, Soştakoviç, Babel, Mandelstam, Anna Ahmatova, Cengiz Aytmatov, Soljenitsin gibi büyük sanatçıları amansız baskı ortamlarının yarattığı bile söylenebilir.
Sonuç olarak, “sosyalist” rejimlerin kültür alanına verdikleri değer ölçüsünde baskıcı; kapitalist ülkelerin ise kültür alanına özgürlük tanıdıkları ölçüde kültüre, kültür insanlarına karşı ilgisiz ve uzak olduklarını söyleyebiliriz.
Biri, fazla ilgiden, diğeri ise ilgisizlikten öldürür!
[email protected]
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***