YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Altı yıl geçti, yedinci yıla girildi. Türkiye tarihinin en kritik dönemeçlerinden biri olan 15 Temmuz’dan bahsediyorum. Ne olup ne olmadığı, kimin düzenlediği, amacı ve hedefleri gibi konularda üzerinde anlaşılamayan bir “darbe girişimi” söz konusu olan…
Bu olaya iki açıdan yaklaşmak olanaklı. 1) Darbe girişiminin ne olup ne olmadığını anlamaya yönelik analizler. 2) Darbe girişiminin sonuçları üzerinden yapılan analizler.
Birincisi konusunda çok şey yazıldı. Rejimin iddialarının aksine, eleştirilerin ortak noktası 15 Temmuz 2016 darbe kalkışmasının gerçek bir darbe girişimi olmadığı sonucu. Ben bu yazıda bu konuya girmek istemiyorum. Geçmiş yıldönümlerinde ve diğer analiz yazılarımda, bu birinci husus konusunda düşüncelerimi ve çözümlemelerimi yeterince ortaya koydum. 15 Temmuz konusundaki sis perdesi tüm yoğunluğuyla gerçeklerin üzerini kapatmaya devam ediyor. Bundan dolayı, o analizlere ilave edilecek çok fazla bir şey yok. Özetle, 15 Temmuz 2016, Erdoğan ve ortaklarının devlette istedikleri tasfiyeleri yapmak, rejimi değiştirmek, iktidarlarını perçinlemek, muhalefeti ortadan kaldırmak ve devleti yeniden, kendi çıkar ve arzuları doğrultusunda yapılandırmak için kullandıkları bir kaldıraç. Bu yolla istemedikleri, kendileri için tehdit olarak gördükleri kişi ve grupları tasfiye ettiler. 15 Temmuz’u kurguladılar, bir kısım subayları tuzağa düşürdüler. Önceden hazırladıkları fişleme listeleri doğrultusunda, yargıçları ve savcıları, akademisyenleri, üst seviye bürokratları, orta ve alt kademe kamu personelini, medyayı, sivil toplumu ve müteşebbisleri aileleriyle beraber – Sippenhaft – takibata uğrattılar ve elimine ettiler. 15 Temmuz bir askeri darbe girişimi değildi, bir askeri darbe girişimi senaryosuydu. Bu senaryo, ustalıkla Erdoğan, MİT ve Genelkurmay (ya da bu birimlerdeki üst seviye yöneticiler tarafından) planlandı ve sahnelendi. Oyuna gelen bir grup asker dağınık, yani organize olmayan ve başarı şansı bulunmayan biçimde boş havuza atlatıldı.
Gelelim yazının esas konusu olan ikinci açıya. Darbe girişiminin sonuçları meselesi, bugün 15 Temmuz konusundan en çok analize gereksinim duyulan alandır.
Öncelikle şunu söylemek gerekir. 15 Temmuz sahnelenmiş bir darbe senaryosu olsa bile, bu senaryoya katılan ve “darbe girişiminde” rol alan tüm askerler elbette suçludur. Darbenin gerçek veya sahte olmasının bu bağlamda bir önemi yok. Bu hafifletici bir gerekçe de olamaz. İster gerçek darbe olsun, isterse de kontrollü, planlanmış, tuzak bir darbe operasyonu olsun, bu girişime katılmak anayasal ve yasal olarak suçtur. Elbette eğer bir kontrollü darbe girişimiyse – yukarıda belirttiğim gibi, bu yönde analizler birçok kanıta dayanıyor ve şu an itibarıyla başat görüş, bağımsız-tarafsız medyada bu yöndedir – elbette bu organizasyonu yapanlar esas sorumlulardır ve katılımcı askerlerden çok daha ağır cezaları hak etmektedir. Bunu teslim ettikten sonra, çözümlemeye çok önemli olduğunu düşündüğüm bir bağlamdan devam edelim.
Darbe girişimine planlama ve icra bakımından bizzat ve fiilen katılmış olan askerler dışında, tutuklanan diğer tüm insanların doğrudan darbeye katılımları kanıtlanmadığı sürece, darbecilikle suçlanmaları, hukuk devleti ve temel hukuk prosedürlerine aykırıdır. Hukuk tekniği bakımından nelerin bir suça kanıt teşkil edeceği belliyken, 15 Temmuz sonrası yapılan uygulamalar, bu hukuk tekniğine uygun değildir.
Hukukta suç isnadının somut delillerle kanıtlanması esastır. Diğer bir ifadeyle, iddia makamı iddiasını kanıtla mükelleftir. Daha hukuksal ifade etmek gerekirse, hukukta masumiyet karinesi genel geçer bir yaklaşımdır. Kişilerin suçlanarak, suçsuzluklarını ispat etmeleri söz konusu olamaz. Savcılık makamı isnat edilen suçun kanıtsal dayanaklarını ortaya koymak durumundadır. Keyfi biçimde, özellikle siyasal iktidarın beklentilerini karşılamak amacıyla, kanunsuz suçlamalar yapılamaz, yasalara dayanmayan suç üretilemez.
15 Temmuz 2016 sonrasında, önceden hazırlandığı artık net bir şekilde ortaya çıkmış olan fişleme listelerine göre, hatta daha ilk geceden, binlerce yargıç ve savcı darbeci oldukları iddiasıyla görevlerinden uzaklaştırıldı ve gözaltına alındı. Anayasa Mahkemesi üyelerini ve üst yargı mensuplarını kapsayan genişlikte bir operasyon yapıldı.
Yine aynı yöntemlerle, yaklaşık yedi bin öğretim üyesi ve öğretim elemanı Kanun Hükmünde Kararname’ler temelinde akademiden atıldı. Karşılaştırma yapıp ortadaki inanılmaz takibatı gösterebilmek için örnek vermek istiyorum. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1402’lik olup üniversitelerden uzaklaştırılan birkaç yüz öğretim elemanı vardı. Üstelik bu hocaların eşlerine veya aile bireylerine hiç kimse dokunmadı. Dahası, 1402’lik hocaların özlük hakları baki kaldı. Oysa bugün takibata uğratılan akademisyenlerin özlük hakları (emeklilikleri, maaşları, sağlık sigortaları, banka hesapları, gayrimenkulleri, yatırımları vs.) ellerinden alındı. Dahası eşlerinin ve çocuklarının, kısmen anne-babalarının ve kardeşlerinin, kısacası birinci derece akrabalarının hakkında da keyfi takibatlar yapıldı. Pasaport iptalleriyle seyahat özgürlükleri kısıtlandı.
TSK’daki tüm amiral-general toplam kadrosunun yüzde ellisi, yani her iki amiral ya da generalden biri, darbecilikten hapse atıldı. Orta ve üst seviye subayların da çok ciddi bir bölümünün ordudan ilişiği kesildi ve bu subaylar tutuklandılar.
Emniyet, dışişleri, istihbarat, diyanet, bürokrasinin tüm branşları da aynı yöntemle “temizlendi”. Erdoğan ve rejimin güç paydaşları, 100 yıla yaklaşan cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir kırım yaptılar. Devleti adeta tarumar ettiler ve yeniden dizayn ettiler. İstedikleri rejimi inşa ve konsolide ettiler.
Diğer bir önemli olay da, rejimin 15 Temmuz üzerine inşa ettiği bir diskuru, resmi tarihe eklemlemeyi başarmasıdır. 15 Temmuz girişimini 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarıyla ilintilendirerek, hayali bir “Paralel Devlet Yapılanması” (PDY) ve “Fethullahçı Terör Örgütü” (FETÖ) örgütü yarattılar ve bu söylemi kamuoyuna kabul ettirdiler. Halkın çok büyük bir çoğunluğu bu diskuru satın aldı, benimsedi. Daha da önemlisi, yukarıda değindiğim üzere, muhalefet partileri de Yenikapı Ruhu denen çerçevede, bu diskuru kabullendi. Hatta CHP veya İYİP gibi partiler, “hangimiz FETÖ’yle daha iyi mücadele ederiz” yarışına girdiler. Bazı CHP’li ve İYİP’li siyasetçiler, Erdoğan’ın “FETÖ’nün” siyasi ayağı olmakla suçladı.
Tüm bu yaklaşımlara karşın, Gülen Cemaati’nin on binlerce tutuklanan veya gözaltına alınan üyesinin veya sempatizanının evinde silaha veya patlayıcıya rastlanmadı. Bu grubun ve gruba yakın insanların şiddeti öven, şiddete davet veya teşvik eden, ayaklanmaya veya terörist aktivitelere çağrıda bulunan bir propagandasına da rastlanmadı. Son altı yıldır tüm ülkeyi didik didik ettiler, ama somut hiçbir kanıt ortaya koyamadılar. Gülen Cemaati’nin 15 Temmuz’la ilintisini Adil Öksüz üzerinden kurdular. Ancak Öksüz’ün nasıl olup da darbe sonrası tutuklandığı, ancak ne hikmetse serbest bırakılıp kayıplara karıştığı bir türlü açıklanamadı. Elbette Gülen Cemaati’ne sempati duyan veya dâhil olan bazı askerlerden darbeye karıştığı iddia edilenler var. Ancak darbeye karışan Atatürkçü, NATO’cu, seküler subaylar görüldüğü kadarıyla çoğunlukta. Bugüne dek Gülen Cemaati’nin 15 Temmuz’la ilişkisini kanıtlayan bir kanıt ortaya konamadı, çünkü yok. Olsaydı emin olun bu ortamda zaten çoktan ortaya çıkardı. ABD ve Avrupalı ülkelerin kendilerine Türkiye tarafından iletilen iade dosyalarına olumlu bakmamasının nedeni, tümüyle bu delil eksikliğidir.
İnsanları kafanıza göre suçlayamazsınız. Hele de bunu grup aidiyetleri üzerinden, kolektif suç çerçevesinde hiç yapamazsınız. Yani bu Türkiye’de oluyor, çünkü orada hukuk devleti yok ve yargı siyasal iktidarın kontrolünde. Fakat ABD ve diğer Batılı hukuk devletlerinde bu tür siyasileştirilmiş suçlar üretilemez. Somut olarak şiddete karışmamış insanları terörizmle veya teröristlikle suçlayamazsınız. Türkiye’nin her tür iktidar eleştirisini terörizm olarak niteliyor oluşu zaten onu olağan şüpheli bir devlet yapıyor. Dahası, demokrasi ve hukuk endekslerinde Türkiye’nin son sıralardaki zavallı ve hazin durumu da gayet açık bir gösterge oluşturuyor. Bu konular gayet net ve tüm Batılı demokratik hukuk devletlerinde Türkiye’nin iddialarına istisnasız olarak bu çerçevede yaklaşılıyor. Bu değişmeyecek.
Ben çok değinilmeyen bir başka boyuta da yeri gelmişken bu fırsatla değinmek istiyorum. Askeri darbeler elbette ki yanlıştır ve amaçları ne olursa olsun, yapılan ülkede daha büyük sorunlara neden olur. Türkiye’nin geçmişinde bu tür askeri müdahaleler sıklıkla oldu. Ve bu durum Türkiye’de demokrasinin ve hukuk devletinin yeşermesini sekteye uğrattı. Ancak tüm bu gerçeklere karşın, birinin bir darbeyi olumlu gördüğünü belirtmesi de düşünce özgürlüğüdür. Ben tüm yaşamın boyunca darbelere karşı oldum. Ancak darbeleri veya herhangi bir askeri müdahaleyi destekleyen birçok insanla karşılaştım, birçok yazı veya kitap okudum. Mesela halen günümüzde 27 Mayıs darbesini bir devrim veya olumlu bir olay olarak gören – özellikle CHP ve seküler tabanda – çok önemli oranda insan vardır. Herhangi bir darbenin olumlu olduğunu veya olacağını düşünmek veya söylemek, darbecilik değildir. Darbeye karışmak böyle bir şey değil! Hukuken suç teşkil etmesi için bir fiil olması gerekiyor. Türkiye’de düşünce özgürlüğü anlaşılamadığından, bu konuda da ciddi bir kafa karışıklığı söz konusudur. Dolayısıyla, darbeyle hukuk katledilerek irtibatlandırılmak istenen ve hapse atılan insanların başına gelenler hukuken kabul edilemez. Düşünce özgürlüğü en provokatif fikirleri de kapsar.
Aynı şey, elbette Gülen Cemaati ile “irtibatlı ve iltisaklı” olarak nitelenerek ipi çekilen insanlar içinde de geçerlidir. Velev ki Gülen Cemaati’nin bir bölümünün 15 Temmuz’la bağlantısı olmuş dahi olsa, bu durum bu grupla ilişkisi ya da aidiyeti olan diğer insanların suçlanmalarına temel oluşturamaz. Eğer hukuk varsa, suç bireyseldir. Grup aidiyetleri, suç kanıtı değildir. Siyasi veya dini eğilimler veya sempatiler de bir bireyin bir suça bulaştığına dair kanıt olamaz.
Özetleyecek olursak, sonuçları bakımından analiz edildiğinde, altıncı yılını dolduran ve yedinci yıldan gün alan 15 Temmuz kontrollü darbesi Türkiye’yi hukuksuzluk bataklığına yuvarlamıştır. Bir devletin başına gelebilecek en kötü şey onun hukuktan uzaklaşmasıdır. Hatta kendi anayasasını tanımamasıdır. 15 Temmuz’un Türkiye demokrasisini yıkma girişimi olduğunu iddia eden rejim, 15 Temmuz bahanesiyle demokrasiyi ve hukuku bitirdi, Türkiye’yi demokrasi ve hukuk endekslerinde son sıralara düşürdü. Eğer 15 Temmuz rejimin iddiasına göre demokrasinin savunulması sonucunu beraberinde getirdiyse, bu bir tutarsızlık değil mi? Gerçek şudur ki, sonuçları bakımından da yaklaşıldığında, 15 Temmuz’un kurgusal bir darbe girişimi olduğu, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun haklı tespitiyle bir “kontrollü darbe” olduğu anlaşılıyor. 15 Temmuz bir kaldıraçtı. O kaldıraç sayesinde Türkiye’de az buçuk olan hukuk da tümüyle bitirildi. Devletin rejimi değiştirildi. Türkiye raydan çıkartıldı ve istikrarsızlığa sürüklendi.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***