TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın açıklamaları, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ı fena halde kızdırdı! Grup konuşmasında TÜSİAD’a “iktidarın kapısını” kapatacak kadar hem de…
Peki, mesele nedir? Neden TÜSİAD Aralık’tan bu yana ertelediği eleştirilerini yeniden dile getirmeye başladı? Bir zamanlar aralarından su sızmayan AKP ve TÜSİAD’ın arasındaki ittifak neden bozuldu?
TÜSİAD ile iktidar arasındaki en son karşı karşıya geliş, doların 18 TL’yi bulduğu ve günde 1 TL şeklinde kontrolsüz bir yükselişe geçtiği Aralık ayında yaşanmıştı. Kurlardaki oynaklık, o tarihte, burjuvazinin fiyat oluşturmada günlük üretim ve toptan ticareti sürdüremediği, yıllık şirket bütçelerinin yapılamadığı düzeye varmıştı. Bu, mali krizin doruk noktasıydı. 20 Aralık gecesi, “Kur Korumalı Mevduat uygulaması” açıklamasına paralel olarak Merkez Bankası’nın milyarlarca dolarlık satış yapmasıyla dolar kuru 12-13’ler seviyesine kadar geriledi. Böylece mali krizin yükü, burjuvazinin sırtından alındı, emekçi halkın sırtına yıkıldı. TÜSİAD da eleştirilerini geri plana çekti.
Ancak, aradan geçen 6 ayda, Kur Korumalı Mevduatın bir çözüm değil, bir oyalama olduğu net biçimde ortaya çıktı. Ocak’tan itibaren kontrolden çıkan enflasyonun TL’yi tedricen değersizleştirmesi sonucunda, Haziran’da dolar kuru yeniden 17’nin üzerine çıktı. Türkiye’nin kredi iflas riski primi (CDS) 840’a fırladı. Türkiye Hazinesi, dolar/euro cinsinden dahi ancak yüzde 11 faizle borç bulabilir hale geldi. Ertelenen kriz, tüm ağırlığıyla Haziran ayında yeniden kapıyı çaldı. İşte bu ortamda TÜSİAD da eleştirilerine geri döndü.
Geçen hafta bahsettiğim “uluslararası kâr oranı”, sadece yabancı sermayenin hareketini belirlemekle kalmıyor (sadece Nisan ayında, yabancıların Türkiye’deki sabit sermaye yatırımlarında net 124 milyon dolarlık bir tasfiye yaşandı. BirGün – 14. 06. 2022).
Küresel kapitalizm, kendine sıkı biçimde entegre olan Türkiye büyük sermayesinin hareketini de etkiliyor. Zira ihracata dayalı büyüyen Türkiye’de üretebilmek için döviz gerekiyor. Döviz kuru makası açıldıkça, Türkiye’de üretilen artı-değerin büyük kısmı da yabancı sermayeye gidiyor. Eylül’den bu yana yaşanan mali – ekonomik süreç, Türk Lirasının aşırı değer kaybıyla birlikte, Türk burjuvazisi de, tıpkı Türkiye ekonomisi gibi, TL cinsinden büyürken, dolar cinsinden küçüldü. Bankalar ve sanayi işletmeleri, görünüşte yüzde 250-300 kâr artışları yaşadılar. Ama uluslararası ölçekte (döviz cinsinden) değer kaybettiler.
İşçi sınıfı ve üretici köylülük bu dönemde en ağır bedelleri ödüyor. Ama TÜSİAD’ın da keyfinin pek yerinde olduğu söylenemez. Gerçi onlar, enflasyonla kaybettiklerinin bir kısmını fiyat artışlarıyla geri alabiliyorlar. İşçilerin en yoğun sömürüsü ve köylü ürünlerinin ucuza kapatılması gibi yöntemlerle yine kazançlı çıkıyorlar. Ama nihayetinde, enflasyon onların sabit sermayelerinin değerini de eritiyor. AKP’nin dış politika maceraları onların uluslararası kapitalizmle olan bağlarını zedeliyor, dünyadaki benzerlerinden geriye düşmekten kurtulamıyorlar.
Askeri sanayiden TÜSİAD üyelerini dışlamak zor olmadı (Koç-Otokar örneği gibi sınırlı örnekler dışında). Bu süper kârlı ve garantili sektör, neredeyse tamamen yandaş şirketlere tahsisli durumda. Yine Hazine garantili otoyollar, köprüler, havaalanları da öyle. Bakanlıkların açtığı hizmet ve tedarik ihaleleri de genellikle yandaşlara gidiyor. Bu garantili kazanç kapılarından fiilen dışlanmış olmak TÜSİAD’ı 6’lı burjuva muhalefetine yakınlaştırıyor. (6’lı muhalefet de ekonomik eleştirilerini “5’li çeteyle” sınırlayarak TÜSİAD’ın bu jestine karşılık veriyor).
TÜSİAD’ın özellikle yoğunlaştığı ihracatta da işler iyi gitmiyor. Orhan Turan’ın kalkınma iktisadı kuramından (Bhagwati) ödünç alarak kullandığı “Yoksullaştıran Büyüme gerçektir. Ticaret Bakanı Mehmet Muş, her ay kırılan ihracat rekorlarını övünçle ilan ediyor. Ancak kırılan ithalat rekorlarından kimse bahsetmiyor!
Oysa Türkiye’de üretimin yapısı gereği, ihracat yapanın, önce hammadde ve aramalı ithalatı yapmasını gerektiriyor. İhracatı artırmak için önce ithalatı artırmak zorundalar. Dolar kuru roket hızıyla çıkarken, oluşan döviz makası nedeniyle, çok daha az ithalat malına, çok daha yüksek bedel ödeniyor. Keza TL değer kaybettiği için, çok daha fazla ihracat malına daha az ödeme alınabiliyor. İhracatçıların, elde ettikleri dövizin yüzde 40’ını da Merkez Bankası’na satmak zorunda olması işin cabası.
Bütün bu meseleleri ağırlaştıran özel etken ise, Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) faiz artışları yapması ve bilançosunu küçültmesidir. Böylece küresel likidite daralıyor. Döviz finansmanına erişmek zorlaşıyor. Türkiye ağır bir döviz finansmanı krizi yaşarken, kapitalizmin olağan mantığı, Türkiye’de Merkez Bankası’nın faizleri artırarak buna karşı koyması yönünde olurdu. Oysa Erdoğan seçim ekonomisi istiyor. Bunun için de piyasada suni bir para bolluğu olması lazım. Bu yüzden faizleri “daha da düşürmekten” söz ediyor. Bu da Türk egemen sınıfları içindeki çelişkileri keskinleştiriyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***